GİRİŞ [2. KİTAP]

87 17 28
                                    

Şarkı: A Thousand Red Tears (Instrumental) - Secession Studios

Kızıl gökyüzünün altında yaşayan insanlar için zamanı temsil eden kum saatinin içi kum değil, kan dolu olurdu. Kızıl gökyüzünden yağmur yerine damlayan kan, saati yalnızca daha da doldururdu.

Kan saatinin içindeki kan aşağıya damlamayı asla bitirmezdi. Aksine yeraltında dökülen her kanla saatin içi daha da kan ile dolup taşardı. Her bir kan katresi kiminin sonu kiminin başlangıcı olurdu. Başlangıç ve son, tıpkı ezel ve ecel gibi iç içe geçerdi. Yeraltında zaman, sonsuzluktu ve o kanın akmayı bırakması için zamanın ancak durması gerekirdi.

Zaman, kainattaki şüphesiz ki en güçlü şeydi. Her ne olursa olsa durdurulamaz, geriye alınamaz, ilerisi öngörülemez ve kontrol edilemezdi. Kan her türlü aşağıya damlardı, zamana hükmetmek isteyen birisi saati durdurmaya çalışsa eline batan cam kırıklarıyla kanını ancak daha da akıtmakla kalırdı.

Yeraltı dünyasının kubbesi olan kızıl gökyüzünün altında normal dünyaya kıyasla tam tersine işlenirdi her şey. Susuz ve aç tanrılarla tanrıçaların yönettiği bu dünya kural tanımazlığıyla bilinirdi. Bir tanrının koyduğu kuralı öteki tanrıça yıkabilirdi. En sonunda zaman yine akar geçerdi ve kimin kanı daha çok döküldüyse o mağlup olurdu. Kanı akıtan, zamana da hükmederdi.

Yeter ki savaşın kurallarını bilsin.

Savaş tanrısı kumanda ettiği savaşları kazanmakla bilinse de bunu başarması varisi olmadan oldukça meşakkatliydi. Varissiz bir lider, bir askerin savaşa kolları kopmuş bir şekilde girmesini andırırdı. Varis, her zaman liderinin yanında olmalı ve onun eli ayağı olmalıydı. Herkesin ait olması gereken bir yer vardı ve buna tanrılar bile karşı koyamazdı. Tüm planlara rağmen, kader her türlü kendi bildiğini okurdu.

Adamın simsiyah gözleri arabanın camından geniş sokağın ilerisindeki restorana mıhlıyken gözlerinin içindeki siyah kara deliğe bakan birisi geçmişte verdiği savaşları görebilirdi. Akan kanı seçebilir, koklayabilir, içinde yıkanabilir ve merhamet için yalvarmaya anında başlayabilir... Ama kızıl gökyüzünün altında yaşayan herkesin bildiği üzere: Yeraltında hislere yer yoktur ve savaşları ancak daha fazla şey kaybetmeyi göze alan taraf kazanır. Belki de kaybedecek gerçek anlamda hiçbir şeyi kalmayan taraf...

Savaş tanrısı lüks siyah arabanın arka koltuğunda oturmuş, hala tüm dikkatiyle camdan dışarısını izlerken yan koltuğunda oturan yardımcısı da ondan farksızdı. Orta yaşlı adam, liderine "Şimdiye dışarıya çıkmış olmaları gerekiyordu," diye mırıldanmadan edemedi.

Kızıl gökyüzünde bir şimşek infilak etti. Kan dolu dereler daha da azdı, toprak daha fazla kan kustu, kan ve ateş şelaleleri daha fazla mahkûmu efsunlayıp kendi ateşlerinde yaktı. Ve doğa ananın yakarışının hemen ardından sokağın karşısındaki restoranın kapıları açıldı. Dışarıya önce iki iri yarı adam çıktı. Sonra arkalarından bir kadının güçlükle tutabildiği kız.

Kızı uzaktan izleyen Savaş tanrısının simsiyah gözlerinin içindeki savaşlardan bir başkası daha o an başladı. Aslında adam en çok kendisiyle savaşmaktaydı. Lider ve yardımcısı pürdikkat bir şekilde kızı izlemeye başladılar. İçlerinde oldukları araba restoranın karşı kaldırımında, pek de uzak olmayan bir köşede duruyordu ve kapalı camları filmliydi. Kız her zamanki gibi onları fark etmeyecekti ama onlar kızı açıkça görüp duyabileceklerdi.

Kız restorandan sokağa çıkar çıkmaz hırçın bir şekilde onu tutan kadının ellerinden kurtulup sertçe "Bırak!" diye bağırdı. Hemen ardından dikleşmiş ve simsiyah gözlerini diğer iki adamın üzerine acımasızca dikmişti. Kapkaranlık gözleri içinde hem acının en koyu halini hem acımasızlığın en kızıl tonunu barındırıyordu. Kızın bakışlarını gören adamlar ve kadın anında yere baksa da yapmaları gereken bir iş vardı.

YAKAMOZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin