"Ah sevgilim. Mevsim Sonbahar."
Bir denizin ortasında can çekişiyordum. Dalgalar bedenime tamiri mümkün olmayan yaralar bırakıyordu. Tutunacak küçük bir taş parçası bile bulsam belki umut benim içimde yeşerebilirdi ama olmuyordu. İçimde umuda dair bir nokta dahi kalmamıştı. Ayaklarımın altındaki sonsuzluk mide bulandırıcıydı. Basacak sert bir zemin aradım. Çırpınıyordum. Çırpındıkça batıyordum. Göğüs kafesim delinecek gibi çırpınırken beni fark edebilecek birileri için umudum yok. Ben çırpınırken bir bataklık çukurunda, kulaklarımı sağır eden bir sessizlik tüm çırpınışlarıma son verdi.
Sessizlik, yoğun bir sis bulutu gibi etrafımı saran denizin üzerinde ağır ağır süzüldü. Benim denizimde sessizlik en ağır yaralar açan dalga olmuştu. Sessizlik bana korkularımı hatırlatırdı. Sessizlik en sert ve vicdansız bir insan gibiydi.
Bir ağacın dibine çöktüm. Sessizliği dağıtmak istiyordum ama kelimeler zihnimde yoğrulmuyordu. Kollarımı kendime çektiğim dizlerime sardım. Etrafımda sessizliğime eşlik eden ağaçları tek tek incelemeye başladım. Ne yapacağımı ya da bundan sonrasını kestirmek imkânsız görünüyordu.
Bir sigara almayı akıl edememiş olmama sinirlendim. Bir sigaraya ve onun ciğerlerime arsızca bırakacağı dumana ihtiyacım vardı. Ali'ye ihtiyacım vardı. Onun bana umut aşılamasına ya da beni sevmesine değil. Onun varlığına ihtiyacım vardı.
Başımı arkamdaki ağacın gövdesine yasladım. Ağacın dalları arasından bana göz kırpan yıldızlar fazla romantik geldi. Ağlamak için fazla hissizim. Sesli bir iç geçirişin ardından "Kurtuluş, imkânsız," dedim. Sessizliğin arasında bir ses yaratmak için. Dizlerimi saran kollarımı serbest bıraktım. Ayaklarımı uzatırken yerdeki yaprakların sesi bana iyi geliyordu. Sessizlik şimdi biraz daha uzak. Tekrar "İmkânsız," dedim daha yüksek bir sesle.
Gözlerimi kapatıp kendimi burada bir uykuya zorlamak istediğim anda ayak sesleri duydum. Doğrulup etrafıma bakındığımda iki elini cebine sokmuş ağır ağır bana gelen Ali'yi gördüm. Yüzü ifadesiz ama rahat bir duruşu var ya da beni telaşlandırmamak için rahat duruyordu. Polislerden kaçıyor gibi değil de ormanda yürüyüşe çıkmış birinden farksızdı. Gözleri benimle buluştuğunda hafif bir tonlama ile "Sende uzaklığı; sende ben, imkânsızlığı seviyorum," diye mırıldandı. Nazım'ın dizeleri benim karanlığımı umuda çevirebilirdi. Ali bunu çok iyi biliyordu. "Sende; ben, kumarbaz macerasını keşiflerin, sende uzaklığı, sende; ben, imkansızlığı seviyorum." Yanıma geldiğinde oturup beni de kolunun altına çekti. Saçlarıma bir öpücük bırakıp devam etti. "Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine. Ve kan ter içinde, aç ve öfkeli. Ve bir avcı iştahıyla etini dişlemek senin." Nazım'a ara verip cebindeki paketten iki dal sigara çıkardı. O sigaraları tutuştururken kolunun altından çıkıp tam karşısına bağdaş kurarak oturdum. Dizlerimiz birbirine temas ediyordu. Birbirimizden uzak kalmamız da tam olarak bu kadardı. Yakıp uzattığı sigaramı aldığımda "Sende, ben, imkansızlığı seviyorum, fakat asla ümitsizliği değil," diyerek Nazım'ı tekrar karanlığıma bir ışık gibi aramıza getirdi.
Fazla dayanamayarak ben de ona eşlik etmeye başladım. "Gözlerine bakarken, güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma, bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde, kayboluyorum."
"Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum, durup dinlenmeden değişen ebedi madde gibi gözlerin." Karşılıklı dizeleri dillendirirken kendimizi bir oyunun içinde gibi hissettim. Tatlı bir esinti getiren oyun.
"Sırrını her gün bir parça veren. Fakat hiçbir zaman, büsbütün teslim olmayacak olan," dedim. Mısralar bizi anlatmıyordu. Bizi anlatan aynı dilde buluşuyor oluşumuzdu. Bize en çok yakışan, herhangi bir Nazım dizesinde el ele dolaşmaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Solumdaki Devrim [Tamamlandı]
General FictionBir rüya gördüm, baba. Bir tarafı uçurum diğer tarafı sen. Nereye gideceğime karar vermek çok zor geldi. Karnımda o uçuruma dair küçük bir iz vardı. Ben ona aittim. O da bana... Bir sana baktım bir de uçurumun güzelliğine. Senin güvenli kollarını...