Kaybolmak ya da kaybetmek.
Hayat, âşık olduktan sonra başlıyordu. Ve hayatımızdan eksik olmayan kelime ise koybolmaktı. Önce kalbini başka bir kalbin içinde kaybediyordun ve daha sonra ruhunu boşlukta yuvarlanarak kaybolmasını izliyordun. Ve son olarak mutluluğa dair iz taşıyan bütün hisleri kaybolup yerine hüzün taşıyan tüm hisler geliyordu.
Tüm bunlar canını yakmıyordu, canını yakan bunları aptal bir gülümseme ile karşılıyor olmandı.
Ben kalbimi bir kalbin içinde kaybedip yeni bir kalp, ruhumu boşlukta kaybedip yeni ruh ve hislerimi amansızca kaybedip yeni hisler yarattım. Fakat kaybettiklerimin yerine yarattıklarım, saflığını kaybetmiş bir çocuk gibiydi. Hiçbir zaman en tepelerde olamayacak, ortalarda yavaş yavaş birinin kuvvetle çekmesi ile dibe batacaktı.
Bu kuvvetin sahibi Dicle'den başkası olamazdı. Dicle ölümü ile birlikte diplere doğru inerken, beni de yanında getirmeye yemin etmiş gibiydi. Ve bu benim korkmamı sağlıyordu.
Elimdeki kağıdı katlayıp, zarfın içine tıkıştırdım. Zarfı masının üzerine atarken karşımdaki krem duvara donuk bir şekilde baktım. Başımı ellerimin arasına alıp, ne yapacağımı bilemez bir şekilde şakaklarımı ovuşturdum.
Azad'ın zarfına gözüm değidiğinde onun zarfınıda açmak istedim ama açmaya gücüm yoktu. Hem ona gelen bir şeydi hemde... Hemde Dicle'nin Azad'a olan hislerini okumak için gücüm yoktu. Zarfları masanın üzerinde bırakıp yukarı çıktım.
Konaktakiler Dicle'nin annesi çok kötü olduğu için onu alıp şehir dışına çıkmışlardı. Azad bu duruma köpürmüştü çünkü Fırat'ın bana zarar vermesinden korkuyordu. Bende şu mektuptan sonra korkmuyor değildim. Ondan bundan duyduğuma göre, Fırat'ın Dicle'ye olan aşkı dillere destan bir şekildeymiş, Dicle'nin kendisina âşık olması için yapmadığını bırakmamış. Aslında istese onunla evlenebilecek biriymiş fakat Dicle'nin gönlü kendisinde olarak evlenmek istemiş.
Dicle'nin nereden gireceğini çok iyi bilen bir olduğu için, Dicle'nin benim hakkımda yazdığı her şeyi yerine getirmesi olağan bir durum.
Sıkıntı ile oflayıp, diz üstünü ve kulaklığımı alıp çıktım. Azad'ın bugün önemli bir toplantısı vardı ve gönülsüz bir şekilde işe gitmek durumunda kalmıştı. Beni yanında götürmek ne kadar istesede ben bunu inatla red etmiştim. Şirketteki herkes bana ters bir şekilde bakıyorlar ve ben kendimi fazlalıkmış gibi hissediyordum. Azad ne kadar onları gözleri ile uyarmak ile kalmayıp, sertçe uyarsada bakışlar sadece o yanımdayken azalıyordu.
Hava çok güzel olduğu için bakçedeki koltuklardan birine bağdaş kurup oturdum. Uzun süredir bilgisayarda işim olmadığı için önce boş boş ekrana baktım fakat daha sonra müzik açıp zihnimin içindekileri boşaltmak adına bir şeyler yazmaya karar verdim.
"
Renkler veya gerçek renkler.
Renkler çok basit ve belirgin gibi durur ama anlayamayacağımız bir sır içerisinde saklıdırlar ve bu konu insanlara gelince dahada büyük bir sır içerisine giriyordu.
Bir insanın iki hatta üç rengi olabiliyordu. Bedeni, kalbi ve ruhu. Kimi insanda kalbi ile ruhu aynı renkken kimi insanda tam tersi olabiliyordu. Bir de bazı istisnalar var tabii, hepsi aynı renk olan. Ve bir de ben vardım, kendi rengimin ne olduğunu bilemeyecek kadar aciz. Ama ben kendini bu aralar siyahın fark edilemeyecek kadar bir açığı ve beyazın fark edilemeyecek kadar bir koyusu.
![](https://img.wattpad.com/cover/42730386-288-k883992.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
-Kuma-
Ficción GeneralAh, Azad! Senin isminin benim dilimde 'pişmanlık' anlamına geleceğini hiç düşünmezdim!