Pırıl pırıl parlayan güneş pencereden içeri sızıyor, gözlerini kamaştırıyordu genç kızın. Işıl ışıl bir sabahtı uyandığı... neleri beraberinde getireceğini bilmeden, umutla kapılmıştı İstanbul'un sıcak görünümüne. Genç kız yataktan kalkacağı sırada, odasının kapısı aralandı. Sıcacık bakışlarla annesi girdi içeriye.
-"Günaydın güzel kızım... Ben de seni uyandırmaya gelmiştim."
-"Günaydın annem. Dışarıda hayat baslamış, seslere uyandım ben de."
-"Hadi çabuk hazırlan da, gel. Kahvaltı hazır."
-"Hemen geliyorum..."
Kadın çıktıktan sonra, hemen hazırlanmaya başladı genç kız. Güzelliğini koruyan sadeliklerle kuşanırken teni, giydiği beyaz gömlek gözlerinin siyahını belirginleştiriyordu. Açık bıraktığı saçlarını yandan tokalarla süslerken, yüzünün güzelliği daha da ortaya çıktı. Babasının hediyesi olan küçük siyah inci küpelerini ve boynuna da küperlele set halinde olan kolyesini takınca, hazırdı işte. Koluna taktığı saate bakıp, annesini daha fazla bekletmek istemediğinden çıktı odadan.
Oturma odasına geldiğinde, annesini yine televizyonun karşısında oturur buldu. Gözlerinde yine yaşlar, dalgınca ekrana bakıyordu. Annesinin neye ağladığını anlamak zor olmadı genç kız için. Ne diye koyarlardı ki bu kaza haberlerini sabahları? Neden umutla başlanması gereken bir günde hüzünlendirirlerdi ki insanları? Yine aynı acı gelip, oturdu genç kızın içine. Zaman geçse de unutulmuyordu işte...
Babasını kaybettiğinde yirmi iki yaşındaydı genç kız. Aradan geçen beş yıl olmuştu ama hala alışamamıştı babasının yokluğuna. Avukattı babası. Tam da doğum gününde geçirdiği bir trafik kazası sonucu kaybetmişti hayatını. Bürosundan yeni çıkmış, muhtemelen eve gelirken olmuştu olanlar. Söz vermişti erken geleceğine dair ama hiç gelememişti. Karşı yoldan gelen içkili kamyon şöförünün dikkatsizliğiydi kazaya sebep.
Annesinin bu haberi alınca nasıl yıkıldığını, kendini toparlayabilmek için nasıl zorlandığını düşündü genç kız. Ama ya kendisi ... annesi daha fazla üzülmesin diye içine attıkları?
Can bey kendisine baba değil, arkadaştı sanki. Annesinden saklamadığı gibi, babasısdan da saklamazdı genç kız bir şeyleri. Hep gurur duymuşlardı tek kızlarıyla. Aile olmuşlardı birbirlerine, hep mutlu, hep huzurlu... İstedikleri halde ikinci bir çocukları olmamıştı Bengi hanım ve Can beyin. Güneş'in doğumundan sonra geçirdiği küçük bir rahatsızlıktı buna neden. Kaderlerine razı gelmiş, biricik kızlarının varlığına şükretmişlerdi hep. Anne ve baba olmayı tatmışlardı ya, önemli olan oydu. Ya gelmeyip, hayatlarına ışık... birbirlerine olan aşklarına kanıt olmasaydı kızları... Güneş'leri?
Babasının ölümünden sonra zor da kalmış olsalar da bir süre, çabuk toparlanabilmişlerdi. Çalışıp, çabalamış, iyi yerlere gelerek rahat etmiş, annesini rahat ettirmişti genç kız.
Kendini eve bile kapatmıştı Bengi hanım. Nerdeyse kızından başka kimseyle iletişim kurmamış, genç kızı çaresiz bırakmıştı. Yardım almayı da kabul ettiremeyince, ne yapacağını bilememişti genç kız. Kızının halini gördükçe, acısını kendi içinde yaşamaya karar vermiş, biraz da olsa açmtştı kendini Bengi hanım yine de. Gidenle gidilmeyeceğini, kızını üzmenin amansız olduğunu anlamıştı. Birbirlerine sımsıkı kenetlenmişti anne kız Can beyin ölümünden sonra.
Televizyondaki kaza haberine dalmış olan annesine yaklaştı genç kız gözleri dolu dolu.
-"Annem..." diye seslendi hafifçe bir elini tutarken.
Boştaki eliyle hemen yaşlarını silmeye çalıştı kadın. Kızının geldiğini elini tutan sıcaklık ile anlamış, hemen gülümsemeye çalışmıştı.
-"Hazırlandın mı Güneş'im? Ben de seni beklerken dalmışım işte..."
Annesinin acısını saklamaya çalıştığını anlamıştı Güneş.
-"Yapma güzel annem. Kendini böyle üzmen niye? Acı çekiyorsun, görüyorum. Ama kendine böyle işkence etme artık. Aklım hep sende. Lütfen..."
Bir şey demeden kalktı oturduğu yerden. Geçip, otururken hazırladığı masaya "Hadi çayları da sen getir. Kahvaltımızı edelim de, geç kalma sen.." diyerek tebessüm etti kızına.
Annesini daha fazla üzmek istemediğinden, uzatmamaya karar verdi Güneş. Demek ki alışamamıştı Bengi hanım hala ölen kocası hakkında konuşmaya. Kolay değildi, otuz sene aynı yatağı paylaştığı kocası onu bırakıp, gitmişti. Elini sıcak sudan soğuk suya koymaz, el üstünde tutardı Can bey eşini. Sadece evinin kadını, çocuğunun annesi olsun istemişti güzel karısının. Yıllar boyunca küçük tartışmalar yaşamış olsalar da, hiçbir zaman gerçek anlamda kavga etmezlerdi. Yatağa girdiklerinde de birbirlerinin sıcağına sığınır, öpüşüp koklaşırlardı hemen. Hayran kalmıştı her zaman anne ve babasının arasındaki güçlü sevgiye Güneş.
Can beyin yirmi üçüncü yaş gününde, arkadaşları tarafından hazırlanan doğum günü partisinde tanışmışlardı. Hemen kapılıvermişti Can bey Bengi hanımın güzelliğine. İki genç de ilk bakışta birbirlerinden etkilenmiş, Bengi hanım kuzeni Mavi'nin onu bu kutlamya zorla getirmesine şükrederken, Can bey de Allah'a şükretmişti bu güzel kızı karşısına çıkardığı için. Yeni yaşının en güzel, en değerli, en duru hediyesi olmuştu ona Bengi hanım. Etrafını kuşanan kalabalığı yarıp, kendisine utangaç bakışlar atan kıza baktıkca, onunla tanışmak icin can atar olmuştu Can bey. Sıra doğum günü pastasını kesmeye geldiğinde de, alamamıştı yine genç adam gözlerini güzel kızın mavilerinden. Neyseki Bengi'nin kendisiyle gelmesi için ısrar eden Mavi'nin de gözünden kaçmamıştı bu durum ve genç adamın gerçekleşmesi için sabırsızlandığı tanışma nihayet gerçekleşmişti. Önce sohbet ile başlayan tanışma, gecenin ilerleyen saatlerinde utana sıkıla birbirlerine telefon numaralarını vermeleriyle sona ermişti.
Genç kız kahvaltı bittiğinde annesine yardım edip, masayı toparladı. Aklındaki tatlı anılarla evden çıkıp, bir taksiye atladığı gibi iş yerinin yolunu tutarken, günün ne gibi süprizler getireceğini bilmiyordu ne yazıkki...