"Evlat, sana da bir vazife düşüyor burada."
"Bana mı?" dedim şaşkınca.
"Evet, sana. Kulağıma bazı dedikodular geliyor. Şu şerefsiz var ya, öldürülen, güya onun kesilen parmağı, geçen hafta Arnavut'un tabağından çıkmış. Güya bunu yaptıran da benmişim. Arnavut'a sordum var mı bu işin aslı astarı, çıktı mı tabağından o itin parmağı diye, yok, dedi. O halde birileri benim kuyumu kazıyor. Olmayanı olmuş gibi gösterip beni gömeceğini sanıyorlar akıllarınca."
Ortalık bir anda buz gibi bir sessizliğe büründü. Demek sadece ben değildim böyle düşünen. Ama kimseyle konuşmadığım gibi o günden sonra bu olayı konuşana da rastlamamıştım. Fakat unutmamıştım da. Nasıl unutabilirdim ki? Gözlerimle görmüştüm Arnavut'un pilavından çıkan o kemikli şeyi. Midemin tıpkı o günkü gibi yine bulanmaya başladığını fark ettim. Yutkunup, öyle konuştum.
"İyi de ben ne yapabilirim ki bu meseleyle ilgili?"
Dayı beni duymamış gibi davrandı ve ortaya yüksek sesle konuştu.
"Var mı lan böyle bir şeyi gören? Arnavut yok diyor ama onun fark etmediği parmağı aranızdan gören bilen var mı?"
Kimseden çıt çıkmıyordu. Ölüm sessizliği dedikleri, böyle bir şeymiş demek. Arnavut, bir saniyeden kısa, bana öyle bir bakış attı ki, şimşek gibi... Ne demek istediğini anlamak için âlim olmaya gerek yoktu tabii: "Sakın konuşayım deme! Sakın!"
Dayı'nın gür sesi yankılandı yine.
"Konuşsanıza lan, yoksa yok deyin!"
Bu andan sonra sağdan soldan ufak ufak ufak mırıltılar yükseldi.
"Yok Dayı." "Görmedim ben." "Ben de görmedim. Görsem gelir ilk sana derdim zaten Dayı." "..."
"Anlaşıldı," dedikten sonra yine bana çevirdi bakışlarını. Artık sadece benim ve Arnavut'un duyacağı bire sesle devam etti.
"Gördün mü evlat, toplu halde hareket ederler bunlar. Ortada dönen bir bok varsa kimse sahiplenmez. Bildikleri bir şey varsa da demeye götleri yemez. O yüzden senin yerin başka gözümde."
"Ama Dayı," dedim birkaç dakika önce ağzımdan çıkan o içten "Dayı" sözcüğü ile hiç alakası olmayan bir şekilde, "Benden ne istediğini hala anlamadım."
"Lan sana boşuna mı Kara dedim ben. Gizlide kalmış şeyleri bulmaz mı Kara dediğin, bulacan işte! Kim konuşuyor, kim sallıyor benim hakkımda öğrenecen."
"Ama ne Arnavut abiyi tanırım ne de diğerlerini. Hem..."
Lafımı tamamlayamadan koğuşun kapısı açıldı, içeri Devran ve onu revire götürenler girdi. Burnuna şekilsiz bir sargı bezi, üzerine de büyükçe bir bant yapıştırılmış, ağzı yüzü yıkanıp kanlar temizlenmişti. Baba onu görünce gülümsedi, bıyıklarını sıvazlayıp bana ilk talimatını verdi:
"Hah, geldi işte tipini sevdiğim. Benim haberim olmadan para çevirdiğini öğrendim.İnkâr ediyor ama yemezler. Git konuş şununla, bana demediğini sana der belki. Vazifeli olduğunu da çaktırma sakın ha, tamam mı Kara?"
Şimdi daha iyi anlıyordum Dayı'nın benden ne istediğini. Kendisi için bir nevi ajanlık yapmamı istiyordu. Ona buna gidip Dayı hakkında ne düşünüyorlar, o uğursuz cinayet için ne diyorlar, Arnavut'un pilavından çıkan parmağı görmüşler mi, sorup öğrenmemi istiyordu. Ama ben doğru adam değildim ki. Kimse hakkında kimseye ispiyonculuk yapmazdım, yapamazdım. Doğama, benliğime, huyuma aykırıydı.
Sıçtığımın huyu! Hep bu yüzden gelmişti başıma ne geldiyse. Çenemi azıcık tutsam, Dayı'ya diklenmesem, herkes gibi he deyip geçsem göze batmayacak, ne onun evladı ne de Kara olacaktım, kendi halimde yaşayıp gidecektim koğuşun bir köşesinde belki de... Neyse ne! Artık olan olmuştu bir kere. Hem insan sarrafı Dayı'nın da bilmesi lazım gelirdi benim bu işi kıvıramayacağımı. Bilirdi bilmesine de ne bok yemeye beni böyle işle vazifelendiriyordu o halde?
Kafam karışmış, yüzüm düşmüştü. Dayı sırtıma hafifçe dokunup "Haydi bakalım evlat, dönünce alırım haberleri senden," dedi ve bir sigara yakıp koğuştan dışarı çıktı. Mesaj gayet açık ve netti:
"Ben yokken sen de git Devran denen pezevenkle rahat rahat konuş!"