O sırada koğuşun yer yer paslanmış demir kapısı gıcırdayarak açıldı ve Dayı içeri girdi. Beni Devran'ın yanında düşüncelere dalmış vaziyette görünce hafiften gülümsedi.
"Lan Kara! Bırak şu pezevenkle muhabbeti de bir çay ver hele, tavşan kanı olsun!" diye seslendi ağır ağır yürürken. Sonra, sanki herkesin duymasını ister gibi, daha yüksek sesle devam etti: "Yüzünden düşen bin parça, hayırdır, Devran canını mı sıktı yoksa?"
Sakince kalktım yerimden, tüpün yanına vardım. Çaydanlığı eğip tavşan kanını ince belliye akıtırken yanıtladım. Benim de sesim herkesin duyacağı kadar yüksekti:
"Yok Dayı, Süleyman değil canımı sıkan. Sen benim buraya niye düştüğümü biliyorsundur, o aklıma geldi de dertlendim."
Göz ucuyla baktım, avına saldırmaya hazır öfkeli bir aslan gibi bir anda gerildi Dayı'nın yüzü. Şakağında bir damar peyda oldu. Ama kükremedi, tuttu kendini. Bir şey demesine fırsat kalmadan üç yan ranzadan Gezgin denen Trabzonlu atladı lafa. Çelimsiz olduğumdan aklı sıra dalga geçiyordu benle:
"Neymiş la senin buraya düşme sebebin? Hamsi mi boğazladın?"
Gülüşmeler geldi kulağıma. Hatta ben de güldüm. Çaydanlığı yerine koyup elimde ince belliyle yürürken sakin bir ses tonuyla cevap verdim. Tabii Gezgin'e değil Dayı'ya bakarak. Madem bana bir mektup yazılmıştı benim de bir cevap vermem gerekiyordu nihayetinde.
"Ünlü iş adamı Ferit Üstün'ü öldürdüm!"