"Lütfen daha iyi olduğunu söyleyin, Cengiz Bey."
Leyla teyzeyle karşılıklı oturduğumuz koltuklarda gözlerimiz; masanın üzerinde ellerini bir araya getirmiş, bize gözlüklerinin ardından sıkıntılı bir yüz ifadesiyle bakan adama dönmüştü.
Feda'nın tedavisi ikinci ayına girmişti. Kemoterapi onu zayıflatmış, o güzel saçlarını ve kirpiklerini ondan almıştı ama o hala güzeldi. Her şeyiyle benimdi.
"Leyla Hanım, tedavi süreci içinde bir şey söylemek için henüz çok erken. Kemoterapi ile kanser hücrelerinin daha fazla yayılmasını önlüyoruz. Bundan sonra artık her şey daha da önemli. Tarık'ın daha güçlü bir metabolizma ve ruhsal yapıya sahip olması gerek. Bunlar artık onun ve sizin ellerinizde."
"Ö-Ölmeyecek değil mi?" Leyla teyzenin gözlerinin yaşardığını gördüm. Gözyaşları yavaş yavaş yanaklarına dökülürken yerimden çoktan kalkmış, onun ardına geçip omuzlarını güç verircesine sıkmıştım.
"Bunu ancak Allah bilir."
Leyla teyze ellerini suratına örterek ağlamaya başladığı ve benim onu, boğazımdaki yumruyla teselli etmeye çalıştığım birkaç saatin ardından Feda'nın tekerlekli sandalyeye binmesine yardım ediyordum.
Üzerinde hasta giysilerinden vardı, dudaklarını örten beyaz maske takıyordu. Sanırım Feda üç yaşındayken kan kanserine yakalanmış ve babasının tayini Hakkari'ye çıkmadan önce kanseri yenmişti.
O yıllarda yılın belli günleri kontrole giderdi. Bir keresinde bunun nedenini sorduğumda bana kendinin dahi bilmediği o savaş sürecini anlatmıştı.
Yenmişti. Yine yenecekti.
"Sayın yolcumuz," dedim önce boğazımı temizleyerek. Sandalyeyi ittirip geri çektim. "Biraz sonra uçuşa geçeceğimizi size büyük bir heyecanla bildirmek isterim. Eğer gerçekten uçmak istemiyorsanız kemerinizi bağlamanızı öneririm. Zira şakam yoktur."
Feda ellerini kolluklardan çekip omzunun üzerinden bana kısık, meydan okuyan gözlerle baktı. "Şaka seven bir adam değilimdir."
Ellerimi tutacaklara sıkıca sarıp onu öpme isteğimle zar zor başa çıktığımda sandalyeyi tekrar ileriye doğru savurup geriye doğru çektim. Sarsılarak ellerini kolluklara yapıştırdı. Aynı anda attığımız kahkaha koridoru inletirken koridordan geçen bir hemşire bize ters ters baktı.
Gözlerimiz tekrar birbirine döndüğünde ikimizin de birbirimizin suratına bakması ve kahkahayı basması bir oldu. Hemşirenin birkaç adım attıktan sonra durduğumu gördüğümde Feda'nın sandalyesini çevirdim ve, "Sıkı tutun bebeğim," diye bağırarak koridorda koşmaya başladım.
"Dikkaaaaat! Çekiliiin!"
Bağırışımla birlikte birkaç surat dönüp bize baktı. Arka kapıdan bahçeye çıkmadan önce dış danışmadaki Aysel ablanın bize gülerek baktığını görmüştüm. Sırıttım.
Kahkaha atarak bahçede nefes nefese kalana kadar Feda'yı sandalyeyle gezdirdim. Kahkahalarımız havaya savruldu. Canımız yanmıyordu o an, o an mutluluğun ipleri ellerimizin arasındaydı.
Feda bana gülümsedikçe o ipi daha da sıkı tuttum ben. Hayata tutundum. Umudun varlığına inandım. Maviyi sevdim. Kuşları sevdim, denizi sevdim. Sevmeyi sevdim.
En çok da Feda'yı sevdim.
"Unutmaya çalışmak, unutmaya çalıştığınız anıları yaşamaya çalışmaktan daha zordur. İnsan bazen bu döngüde ansızın yorulur, soluk almak için durur fakat onun geride bıraktığı zaman akmaya devam eder. Ve insan, dinlendikten sonra devam etmek istediğinde hiçbir şeyi bıraktığı yerde bulamaz. Buna, geride bırakılmak deriz; terk edilmek.
Kötü günler geçirir insan yalnız kaldığında, zor dayanır. Yaşama tutunmaya çalışır tutmayan parmaklarıyla, çabalar. Ve bir gün geldiğinde güneşin sıcaklığına varır, ışığını tadar. Karanlık günler bitmiştir. Yol düzlüğe ulaşmıştır ancak şimdi de insanın peşini bırakmayan kabuslar vardır yolunda. Kabuslar onu yorar, her gün güneş doğsa da kabuslar onu öldürür. Ve insan böylece unutmak ister, geçip gitmesini ve daha rahat uykulara yatmak ister. Ama bu çok zordur. İnsanın gitmesi, gelmesinden daha zordur. Bundandır ölümden korku.
Bir zamanlar çok sevdiğiniz o anıların birdenbire size acı çektirmeye başlaması korkusudur bu. Bu kadardır."
Kitabı kapattığımda omzumdaki ağırlık yavaşça yukarı çıktı ve boynuma ulaştı. Feda derin bir nefes alarak belimdeki kollarını sıklaştırdı. Güzel başındaki bereyi çekiştirerek yanağına bir öpücük kondurdum.
Hava kararmaya yüz tuttuğunda biraz soğumuştu ve ben de Feda'nın üşümemesi için battaniye getirmiştim. Şimdi, bankın hemen yanındaki lambanın yanında ona deneme okuyordum.
"Sesin çok güzel." Boğuk sesiyle birlikte nefesi boynumu gıdıkladığında kıkırdayarak ona sokuldum.
"Senin de beren."
Kapalı gözlerinden birini açıp suratımdaki muzip sırıtışa baktı ve dudaklarını örten maskeyi aşağı indirdiği aynı anda uzanarak aniden beni öptü.
Ben şaşkınlık içinde kalırken o, maskesini geriye itip tekrar eski pozisyonunu almıştı. Gözleri parıl parıldı.
"O aslında senin beren," dedi. Boğuk, uykuya dalacak gibi çıkan sesiyle. "Buradaki en güzel şey sensin."
"Buradaki mucize sensin, Feda. Güzellik bunun yanında hiç kalır."
"Bizim mucizemiz," dedi.
"Bizim mucizemiz," diye tekrar ettim onu.
Omzumda, bana sokularak uyuyakaldığı o gece hasta bakıcı bizi bulana kadar tekrar ettim: "Bizim mucizemiz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölü Papatyalar Bahçesi
Teen Fiction(Tamamlandı.) "Seni soldurduklarını sananlar aslında senin, yapraklarının arasına sakladığın güzelliğini göremiyorlar." Derin bir nefes aldığını göğsünün şişip alçalmasından anladım. Koyu kırmızı tonlarında iri dudaklarını araladı. Alt dudağının köş...