20| Kader

162 27 34
                                    

Beklenen kavuşmanın gerçekleşmesi açısından bu bölüm benim için çok önemli. Normalde daha uzun tutacaktım bölümü ama bir anda peyda olan olaylar kafanızı karıştırmasın diye yarıda kestim. Yorumlarını sabırsızlıkla bekliyorum. İyi okumalar :)

Kanaeki sarayının en üstünde, gözlemevinin bulunduğu kulenin tepesindeki küçük terasta yaşlı Kahin parmaklarını tırabzanlara dolamış, gökyüzünü seyrediyordu. Yılların kırıştırdığı yüzüne ay gibi parlayan, çocuksu bir tebessüm yerleşmişti. Seyrek saçlı başını sıvazlayıp bakışlarını gökyüzünden çekti ve ayaklarının altındaki koskoca ülkeye baktı sevincini gizlemeden. Serin bir rüzgar boynunu okşayarak geçtiğinde derin bir nefes çekti ciğerlerine.

"Dengeler bozuldu bozulmasına ama," dedi bir anda sanki biriyle konuşur gibi. Hafif solan tebessümü tekrar kıvrıldı yanaklarına. "Şimdilik güzel şeyler oluyor." İçinde gizleyemediği çocuksu heyecanı gözlerini ışıldatıyordu. Aşağılardan bir yerlerden Baekhyun'un, odasının balkonunda içli içli şarkı söylediğini duyar gibi oldu. Yerinde duramayarak hafif hafif sallandı. "Bu gece yıldızlar hiç sönmeyecek."

*

Gece yarısı olmak üzereydi. Açık camlardan dışarıdaki cırcır böceklerinin gürültüsü duyuluyordu. Odadaki ürkütücü sessizlik süregelirken gözlerimi, gerçek olduğuna inanamayarak bir kez olsun Jongin'den ayırmıyordum.

Onu ilk gördüğümde babasının omuzlarındaydı.

Onu ilk gördüğümde sarayın ön bahçesindeydik ve babası Kora, babama doğru yürürken o da neşeyle gülüyordu.

Onu ilk gördüğümde buz mavisi gözlerini ve babasının omuzları üstünde oluşunu kıskanmıştım.

Kora onu omuzlarından indirip babamla ahbapça sarılırken gururlu ve daha çok kibirli bakışlarını, bir köşede toza toprağa bulanmış bana çevirmişti. Benden hoşlanmadığını onu daha ilk gördüğümde anlamıştım.

Ona karşı garip hisler içinde olduğumu da öyle.

Üzerindeki bir prense yakışır lacivert renkli ceket, aynı renkli pantolon ve hep giydiği asker botları vardı. Ceketinin omuzlarındaki altın renkli iplerin kısa püskülleri sarkıyordu. Buz mavisi gözlerinde parıldayan kibir boyundan da büyüktü.

Her ne kadar gizleme gereği duymadığı o kibrinden o zamandan beri delice nefret etsem de şu an onu bu kadar çaresiz ve savunmasız görmek beni üzüyordu. Esmer teninden başka ona ait hiçbir şey yoktu görünürde. Gözleri kapalıydı, Chen'in ıslak bez koyduğu alnından şakaklarına doğru ter damlaları süzülüyordu. Chen bir kez daha elindeki başka bir bezi alnına dokundurup ter damlacıklarını temizledi.

Bizi tam zamanında bulup onu eve taşıdıktan sonra içerideki büyük divana yatırmış ve Jongin'in yaralarıyla ilgilenmişti. Sonra uyanınca yemesi için şifalı bitkilerinden çorba yapmış, tekrar geri dönüp yaralarıyla ilgilenmeye devam etmişti.

Jongin uyandığı ve Chen'in yaptığı çorbayı içtiği sırada gözleri çok az açıktı ve yalnızca tavanı seyretmişti. "Bilinci açık değil." demişti Chen. "Belki şu an rüya gördüğünü sanıyordur." Bunu söyler söylemez de Jongin'in gözleri tekrar, hiç açılmayacakmış gibi kapanmıştı.

Bense tüm bunları uzaktan, odanın bir köşesindeki minderde oturup izlemiştim. Hala üzerimdeki şoku atmaya çalışıyordum. Bedenimdeki titreyişleri gizlemekse büyük çaba gerektiriyordu.

"Bacağını yılan sokmuş." dedi Chen dilini dudaklarının üzerinde gezdirerek. "Baya derin bir kesik var, vücut zehri atmaya çalıştığı için yorgun düşüyor. Yalnız başka bir sorun daha var..." Kaşlarımı kaldırıp ona baktığım sırada bana döndü. "Nabzı çok hızlı atıyor ve bedeni buz gibi." dedi Jongin'in bileğinden tutup elini bana doğru kaldırırken. "Bu tür bir hastalıkla daha önce karşılaşmadım hiç."

a n é m o n eHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin