Yıkıntı, toz, toprak, kan..
Ölüm kokuyordu.
Öldürme, yarala, hayatta kal.
Bulduğu ilk sağlam kalan kale burcuna doğru koşarken birkaç kişinin cesedinin üstünden atlamak zorunda kaldığını fark edince dehşet midesinden yükseldi. Son zamanlarda mümkün olamayacak kadar ölüme şahit olmuştu o masada, ama hiç kokusunu böyle yakından solumamıştı. Zorlukla yutkunmak zorunda kaldı, bütün mide bulantısını, korkusunu, hissettiği dehşeti, suçluluk duygusunu, savunmasızlık hissini, endişesini ve çaresizliğini de sessizce yuttu böylece. Şimdi bir kez daha en iyi bildiği şeyi yapmalı, susmalıydı.
Bu karşı çıkmamak demek değildi.
Yılanlar usta avcılardı, avlarına sessizce yaklaşır, zararsızca köşelerine çekilirlerdi. En beklenmedik anda öylesine atılırlardı ki, av konumundaysan öldün demekti. İşte bu tam da öyleydi.
Ölüm Yiyenler birbirlerine dokunmuyorlardı, aslında biliyordu ki bunu seve seve yaparlardı. Lord canlarını sırf bu yüzden yakmayacak olsa akbabalar gibi birbirlerinin boğazına saldıracaklarına şüphe yoktu. Ortak bir amaç için değil, ortak bir lider yüzünden bir aradalardı artık ve bu yüzden hiç kimse birbirine hevesli değildi.
Kuytular, hainlik yapmak için ideal yerlerdi. Kim bilir kaç ihanete şahit olmuşlardı, acaba Kılkuyruk Potter'ları ifşalarken de bir kuytuya sinmiş miydi? Kendisinin yaptığı gibi... Kendisinin yaptığı da bu değil miydi? Tek farkı iyi niyetli bir ihanetti bu, değiştirir miydi bir şeyleri? Aynı masada oturarak ölümün insana nasıl değdiğini hissettiği kişileri birer birer indirdiğinde, aslında aynı şeyi yapmış olmuyor muydu?
Bu kez onun aksine doğru yaptığına inanmak istedi, hayatında ilk kez bir şeyi tercih etmişti ve bunun doğru olmasını tüm kalbiyle diledi. Güneşi istiyordu, gölgelerle karanlıklara itilmek istemiyordu. Bir kez o bok çukurundan kurtulma fırsatı olmuştu işte, bunu kaybedemezdi.
Sonunda, artık koşmaya başlamıştı, kulenin diğer tarafına çıkabildi. Kasları isyan bayraklarını çekmişti, yığılmak istiyordu, ama koşmaya devam etti. Nereye gittiğini bilmiyordu ama durmak istemiyordu. Ana Salon'a girince neyle karşılaşacaktı tahmin bile edemiyordu ama şimdi düşünmek istemiyordu. Durmak zorunda kalacağı zamana kadar koşmak istiyordu; durursa cesetleri görürdü, durursa onlardan biri olurdu. Hoş, onlardan biriydi ama toprakla tanışamamıştı sadece.
Ortalık cehennem gibiydi, savaşın ısısı doğanın damarlarında yükseliyordu ama hava kapalıydı, gri kırmızı bir tona bürünmüştü, her an kan kusacaktı sanki gezegenine. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı, anlıktı ama önüne dönerken köşede korkuyla büzülmüş, bacaklarını kendine iyice çekmiş, en fazla 12-13 yaşında –ki o kadar büyük olmadığına yemin bile edebilirdi– bir erkek çocuğunu fark etti. İri yarı siyahlar içinde bir adam asasını ona doğru kaldırdı, gözlerinin dehşetle açıldığını hissetti.
O sadece bir çocuktu.
Böyle ölemezdi.
Belki burada olmak kendi isteği bile değildi, o kime ne yapmış olabilirdi ki?
Böyle ölemezdi.
Ne yaptığını tek bir saniye düşünmedi bile, kendi kontrolünün seyircisi gibiydi. Tek dayanağı olduğunu bildiğinden sımsıkı kavradığı asayı tutan eli saniyeler içerisinde havalandı, dudaklarından dökülene kadar ne dediğini anlamamıştı. Yapmamaya yemin etmişti, ama bir önemi yoktu. Yeşil bir ışık adamın siyah pelerininde patlarken duymayı beklediği hisler hiç gelmedi. Buz gibiydi.
![](https://img.wattpad.com/cover/180359665-288-k870779.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
constellations | malfoy
Fiksi Penggemar"you'll never be alone." jupiter, bellona, neptune and venus. ♪draco malfoy au.