Saatler beklediğimden de yavaş geçerken, günlerin bir çırpıda bitiyor olmasına şaşırıyordum. En boğucu saatlerin bile artık dün olduğu vakitler gecikmiyordu. Zaman hızla akarken, bu müthiş tezadını canımı yakarak göstermeyi ihmal etmiyordu. Okul açılalı bir hafta olmuştu. Bu bir hafta bana, hem bir yıl hem de bir saniye gibi gelmişti. Jaebeom'suz geçirdiğim vakitler uzarken, onunla olduğum her dakika kısalıyordu. Fakat ne kadar kısalırlarsa kısalsınlar, ruhsal ızdırabımı ağırlaştırmayı başarıyorlardı. Onun o güzel mavi gözleri, hem göğün zirvesi, hem okyanusun dibiydi. Hem bana kanatlar veren özgürlüğüm, hem beni boğan esaretim...
Onunla çok vakit geçirmekten kaçınıyordum. Bu yaz aldığım en önemli karar buydu. Kendime ihanet etmeyecektim.( Ona bakarak bile kendime ihanet ediyordum. ) Uzaklığımı sorgulasa da pek üzerime varmadı, ders çalıştığımı falan zırvalayıp durdum. Onun zaten tek istediği şarkı söylemek ve voleybol oynamaktı. Bunları bensiz de yapabilirdi ama dostunuzu yanınızda isterdiniz. Beni gittiği yerlere çağırması, benimle takılmayı istemesi kadar normal bir şey yoktu. Ona olan aşkımı kontrol edebilseydim, her saniye yanında olurdum. Yadırgıyordu. Haklıydı da. Neden bir anda böylesine soğuduğumu sormamıştı ama içten içe merak ettiğinden emindim. Oysa tek yapmaya çalıştığım şey dostluğumuzu korumaya çalışmaktı. Fakat onu uzak tutarak, belki de zarar vermekten başka bir şey yapmıyordum. Buna uzunca bir süre kafa yordum. Kütüphanede geçirdiğim saatlerde ne yapmalıyım diye düşünüyor, okuduklarıma odaklanamıyordum. Jaebeom'u başımdan savuşturduktan sonra eve tek başıma yürürken, yine düşünüyordum. Akşam yemeğinde Yoojung bana gününün nasıl geçtiğini anlatırken de düşünüyordum. Ödevlerimin başına oturup, kendimi kağıtlara odaklamaya çalıştığım sırada da sürekli düşünüyordum. Duş alırken, saçlarımı tararken, işerken, müzik dinlerken ve hatta uyurken bile düşünüyordum.
Beni öldürmeyen şey güçlendirmiyordu. İşkence ediyordu. Düşündürüyordu. Beynimin kapama düğmesini bulmak ve kapatıp düşünmeyi bırakmak istiyordum. İnanın, hiçbir çıkış yolu bulamayacağınız bir labirent üzerinde düşünmek kadar acı verici tek bir şey var o da Jaebeom'a olan aşkım.
Yani kısacası kafamın içi bana radyoaktif atık yığınları gibi karmaşık ve ölümcül hissettiriyordu. Ne zaman bütün bu düşünce yığınlarını temizlemeye kalksam, radyasyondan kanser olacağım hissine kapılmadan edemiyordum.
Yine Jaebeom'dan kaçarak, okul çıkışı direkt kütüphanede bitmiştim. Bütün gün çalışmış ve biraz da kitap okumuştum. Yapılacak bir sürü iş vardı. Her zaman olurdu. Bundan şikayet etmiyordum. Kafamı meşgul etmeye yarıyorlardı. Şimdiyse kütüphane neredeyse kapanacaktı. Çoktan kategorize edip üst üste koyduğum tekerlekli masanın üzerindeki kitapları, ardımdan sürüklüyor ve bulunmaları gereken raflara yerleştiriyordum. Bana hiç de zor gelmeyen bu iş, aynı zamanda terapi işlevi de görüyordu. Arkamı dönmeye gerek bile duymadan elimi masaya atıp aldığım kitapları bir bir raflara yerleştirdim. Zihnimi boşaltmaya çalışıyor ve kimya ödeviyle ilgili ne yapacağımı düşünüyordum.
İyonik bağların da kovalent bağların da canı cehenneme! Benim tek istediğim bağ, Jaebeom'dan benim kalbime uzanan bağ. Ve bunun oluşması için milyonlarca elektron bile yetersiz kalır.
Kimya düşünürken bile onunla çalkalanışım, beni öfkelendirdi ve hışımla elimi arkamdaki masaya attım fakat fazla sert davranmış olmalıyım ki elim kontrolsüz bir biçimde, dizdiğim yığına çarpınca kitaplar düştü. Ne kadar da sakardım. Aptal, işine odaklan...
Yere düşen kitapları almak için diz çöktüğümde, bir çift güçlü el benden daha hızlı davranıp kitapları yerden kaldırmıştı. Şaşkınlıkla bakışlarımı ellerin sahibine yükselttim. Shownu yüzünde kocaman bir gülümsemeyle bana bakıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Morning Star' • 2jae *
Fiksi PenggemarÖyle yakındaydın ki sana uzanmak için, dağlar kat etmem gerekti. Öyle yanımdaydın ki en uzağımdın. Ve benim yerim de uzaktı sana, yanı başındayken bile. Bu yüzden kırılırdı ellerim, her cüret edişinde tenine. Affet, ben sana ihanet ettim, seni çok s...
