Soğuktan kızarmış burnuna ve parmak uçlarına bırakmak istediğim öpücükler dudaklarımın kenarlarını sızlatıyordu. Gülümseyemedim. Donmuştu, her halinden belliydi. Ateşin kenarındaki koltuğa oturdu. Yaptığım papatya çayını iki fincana doldurup, dökmemeye özen göstererek sehpanın üzerine tam önüne birini bıraktım. Oturduğu koltuktan doğruldu, ağır ve acelesiz hareketlerle fincanı kavradı. Kısık bir sesle teşekkür mırıldandı. Cevap vermeden, karşısına oturdum. Ne diye bu kadar çok üşümüştü ki? Kızmak istiyordum ona. Ufak bir çocukmuş gibi onu azarlamak... Kendine nasıl zarar verdiğinin hesabını sormak...
Bakmamaya özen gösterdiğim fakat başaramadığım gözlerinden avuçlarına kaydı bakışlarım. Fincanı kulpundan tutmuyordu, iki eliyle sıkı sıkı kavramıştı. Böyle yaparsa, elleri yanacaktı. Elleri yansın istemedim. Hem onu ve en çok da kendimi cezalandırırcasına, bıkkın olsun diye canım çıkana kadar uğraştığım bir ses tonuyla, konuştum. Sanki aptalca davranışlarından usanmışım gibi, sanki onu umursamıyormuşum gibi. Sanki elleri yanmasın diye binlerce çare ve bahane kusmuyormuşum gibi.
" Neden kulpu kullanmıyorsun? "Kısık ve hırıltılı bir gülüş döktü dudaklarından yere. Anlam veremedim. Cahilliğimden usanmışcasına ve bunu çoktan fark etmem gerekiyormuş gibi, gözlerime bakmadan cevap verdi. Baksa, ölebilirdim. Keşke baksaydı.
" Kulp ellerimi ısıtmamı sağlamıyor. " dedi.
Gözlerimi devirdim, sırf ondan uzak dursunlar diye. Anlaşılmıştı, ellerini yakacaktı. Güzelim esmer parmakları, bu sefer de sıcaktan kızaracaktı. Yine üzerine uğraşılmış umursamaz sesimle konuştum. Bilmiş bilmiş.
" Evet, ama ellerinin yanmamasını sağlıyor?"
Çok mu umursar çıkmıştı sesim? Çok mu muhtaç, çok mu önemser? Üzerine uğraşıldığı çok mu belli? Elleri yanmasın diye çırpındığım çok mu açık?Gözlerini yanan ellerinden ve fincandan ayırıp gözlerime baktı. Avuçlarındaki fincan o sırada beni yaktı. Oysa elimde ne fincan vardı, ne de onun elleri.
" Bazen ısınmak için yanmak gerekir. " dedi.
Ve ben bu kelimelerle yandım. Ama ısınamadım. Kızdım ona. Çok kızdım. Nasıl böyle bir şey söyleyebilmişti? Ne için yanması gerekmişti ki? Hayatı boyunca asla muazzam ölçüde dertleri olmamıştı ve muhtemelen ömrünün sonuna dek de olmayacaktı. Yakında çok güzel bir kadınla evlenecek, müthiş çocuklar yapacak, harika işinden emekli olup, muazzam bir evde oturacaktı. Öyleyse nasıl kurabilmişti böylesine yaşanmışlık kokan bir cümleyi? Dili nasıl dönmüştü acıyı telafuz etmeye? Nasıl olmuştu da yanmıştı bu kadar kalbi? Yanamazdı. Kızdım ona. Acı ne bilemezdi o. Bilmemeliydi çünkü. Hiç dizleri kanamamalıydı onun. Oysa o inandıma kanatmıştı dizlerini, kırmıştı kollarını, yolmuştu sırf ben ağlayayım diye kendi kanatlarını. Kızdım ona, kendime. Çok kızdım. Nasıl da bilmeden acıyı, konuşuyorduk böyle. Nasıl da kuruyorduk bu cümleleri kolayca, aniden. Nasıl da aşıktım ona, aptalca.
"Hey! "
Başımı kitabımdan kaldırıp sesin geldiği yöne baktım.
Shownu'nun neşeli ifadesi, ben ona bakınca soluverdi.
" Heeyy, ne oldu?" diye sordu endişeyle.
Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Neyden bahsettiğini anlamamıştım fakat tam o sırada hâlâ açık olan kitabımın sayfasına bir damla gözyaşı düştü. Gözüme dokundum. Ağladığımın farkına varmamıştım. Bu, bu aralar çok sık oluyordu.
Hemen gözlerimi ellerimin tersiyle silip endişeli Shownu'ya baktım." Youngjae iyi misin? "
Kitabı kaldırıp gösterdim. " Üzücü bir bölümdü de. " dedim gülümsemeye çalışarak.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Morning Star' • 2jae *
Fiksi PenggemarÖyle yakındaydın ki sana uzanmak için, dağlar kat etmem gerekti. Öyle yanımdaydın ki en uzağımdın. Ve benim yerim de uzaktı sana, yanı başındayken bile. Bu yüzden kırılırdı ellerim, her cüret edişinde tenine. Affet, ben sana ihanet ettim, seni çok s...