Zihnimin şu anki fotoğrafını çekebilme imkanına sahip olsaydım, önüme gelecek görüntünün birbirine dolanmış onlarca ip yumağının görüntüsünden farksız olacağına emindim. Kanser hücresi gibi kontrolsüz çoğalan bir korku göğüs kafesimin altını mesken edinirken yaptığım tek şey boş gözlerle tavana bakmaktı. Aslında amacım uyumak ve her şeyi kısa bir süreliğine de olsa unutmaktı ancak tekrar aynı rüyayı görme ihtimali beynimi yüklü kafein içeren bir içecek içmiş gibi açık tutmuş ve uykuyu bana haram kılmıştı.
Gece lambasının beni rahatsız edecek kadar güçlü ışığından komodinin üstünde olduğunu gördüğüm telefonumun kilit tuşuna dokunduğumda saatin gece yarısını çoktan geçtiğini gördüm. Başımı yastığa sertçe bıraktım.
"Of!"
Zihnimdeki yumakların hepsini toplayıp çöpe atmak istesem de buna muktedir olamamak canımı o kadar sıkıyordu ki artık aldığım nefes bana yetmemeye başlamıştı. Bir hışımla kalkıp terliklerimi bulmaya uğraşmadan pencerenin önüne geldim. Perdeyi çekip camı açtım. Ciğerlerim için derin derin nefes aldım, verdim. Aldım. Verdim.
Geçmiyordu.
Problem ne odanın yetersiz oksijeninde ne de ciğerlerimdeydi; problem neden korktuğumu bilmeden deli gibi korkmamdı. Böyle şeyler düşünmek istemiyordum; ben bu değildim, Âhla bu değildi. Ensar'ın kapısını çalsam eminim saati sorun etmezdi ancak gidememe sebebim dermanımın onda olmadığını düşünmemdi. Bana nasihat etmesini istemiyordum, ben dünyanın tüm kötülüklerine rağmen yaşamayı severken bana ölümden bahsetmesini istemiyordum.
Onu çok seviyordum, anneme "Kızlarının birer Hatice, Âişe, Âsiye, Meryem olmasını neden istemiyorsun? Neden buna engel oluyorsun kızım?" diyen anneannemi çok seviyordum. Hayatıma zamansız bir şekilde giren, bana canımı acıtacak onca kelime sarf eden, benimle göz kontağı kurmaktan dahi imtina eden, hakkında çok bir şey bil(e)mediğim Enes'i de seviyordum. Onlar beni olduğum gibi kabullenemeseler de ben onları seviyordum, bu da benim zayıflığımdı işte.
Sokak lambalarının ışıkları gözlerimi kamaştırırken Kudüs'ün kokusunu soluduğum ikinci günün bu kadar kötü geçmesinin bahtsızlığına iç çekiyordum. Oysa güzel bir gün oluyordu, ezanın bana hissettirdiği huzurla bu güzellik katlanmıştı ancak bu huzur, korkunun canavar edasıyla kalbimi işgal etmesine dayanamamış ve çekip gitmişti. Neden böyle oluyordu?
Kocaman bir bilinmezlik, onlarca soru işareti.
Yumakların arasından arada bir kurtulan cümleler de oluyordu; kurtuldukları gibi bir demire tokmakla vuruluyormuş gibi bir ses çıkartıyorlardı zihnimde.
"...kul hel yestevil ama velbasir..."
Üşüdüğümü fark ettiğimde burnum ve ellerim buz gibi olmuştu. Camı kapattım ve yatağıma döndüm. Telefonumu elime aldım. Şifreyi iki kez yanlış girince böylesine basit bir şeye sinirlendim.
"Of!"
Sakin kalmaya çalışarak şifreyi tekrar girdim ve nihayet telefonum açıldı. Arama motoruna Rad suresi yazdım ve çıkan onlarca siteye kararsızlıkla baktım. Rastgele bir tanesine basarken ufacık bir heyecan kıpırdadı kalbimde.
Mekki bir suredir( Mekke döneminde inmiştir.). 43 ayettir. Sure, adını 13. ayette geçen ra'd kelimesinden almıştır. Ra'd gök gürültüsü demektir. Surede başlıca Allah'ın birliği, peygamberlik, öldükten sonra dirilmek ve hesap ile müşriklerin İslam hakkında ortaya attıkları şüpheler konu edilmektedir.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
âmâ
SpiritualAyağa kalktım. "Kinci bir insan değilim ama senin söylediklerini unutamıyorum Enes." Sesim bir fısıltıdan farksızdı. Boğazım ağlamamı durdurma çabalarımın sonucu olarak düğüm düğümdü. Ruhumun neresine dokunursam dokunayım bir yaraya denk geliyordum...