Gazze Şeridi'nden ayrılıp Kudüs'e kavuşalı üç gün olmuştu. Ensar, otelden ondan habersiz çıkmamam ve biletleri bir hafta öne çekmek şartıyla burada kalabileceğimizi söylemişti. Aslına bakarsanız ne haberli ne habersiz üç gündür otelden çıkmamıştım. Korkumdan çıkamamıştım. Hem onunla karşılaşmaktan hem başıma bir şey gelmesinden korkmuştum.
Ensar'la da aramız düzelmişti. Bağırdığı için benden özür diledi, ben de ondan durumu gizlediğim için özür diledim.
Ensar günün büyük bir kısmını çalışmalarına ayırıyordu. Odasına girdiğimde bilgisayarın ve müsvedde kağıtların arasında kaybolmuş buluyordum onu. Bu kadar çalışmasının karşılığını elbet alacaktı.
Buradan gidince Amerika'ya dönecekti, ben de bir plazanın on üçüncü katında işime devam edecektim. Hayatımıza açtığımız parantezi kapatacak ve sıradan insanlar gibi yaşamaya devam edecektik.
Dönünce halletmem gereken bir Burak meselesi vardı. Ve bunu nasıl yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Belki değişmeye çalıştığımı görür ve benden soğurdu. Şu an en büyük temennim buydu.
Değişmek demişken; namazlarımı aksatmadan kılıyordum. Bazen çok zorlanıyordum, özellikle sabah namazlarında. Ama Ensar onu bu konuda hep susturmama rağmen beni sürekli teşvik ediyor ve bana destek oluyordu. Yapacak hiçbir işim olmadığı için günlerim onun bana verdiği kitapları okumakla geçmişti. Dini kitap deyince sıkılıp hemen bırakacağımı zannetmiştim ama okudukça ön yargılarım dağılmış, hayranlığım ön plana çıkmıştı. Ufkum genişlemiş, farklı bakış açıları kazanmıştım.
Ensar'a bu kadar büyük değişmeyi nasıl başardığını sormuştum. O imam ona tam olarak ne anlatmıştı da çapkın kardeşim böyle efendi ve dinine bağlı birine dönüşmüştü?
"Önce tevhidi, sonra tevhidi pekiştiren en büyük eylemi yani namazı anlattı." diye cevap vermişti bana. "Bunların önemini anlayınca gerisi çorap söküğü gibi geldi, elhamdülillah."
Tevhid duyduğum ama anlamını çıkaramadığım bir kelimeydi. Bunu fark edince önce kelime anlamını sonra muhtevasını bana anlatmaya başladı.
Bu dört günde olan bir başka olay ise Enes'in montunu Ensar aracılığıyla iade etmemdi. Döndüğünde bir tuhaftı; yemekte sessiz kalmış, kaçamak bakışlarla bana bakmıştı. Ne olduğunu sorduğumda ise bir şey olmadığını söylemişti.
Hava bugünlerde çok soğumuştu, belki kar yağardı. Kendi kendime gülümseyerek portakal ağacının dallarına dokundum. Dallarda gezinen birkaç örümceği izledim. Nefesimi havaya üfleyip çıkan dumana baktım. Ciğerlerim oksijene doyduğunda geri çekilip pencereyi kapattım.
Kapının çalınmasıyla kapıya doğru yürüdüm ve "Kimsiniz?" dedim.
"Benim."
Ensar'ın sesiydi, hemen açtım. Beni görünce gülmeye başladı. "O ne ya burnun kıpkırmızı olmuş!"
Ona dil çıkarıp ardından kapıyı kapattım. İşaret parmağını bükerek burnuma dokundu. "Buz gibi olmuşsun." Hemen sorgulayan bakışlara ev sahipliği yaptı yüzü. "Dışarı mı çıktın?"
"Hayır ya! Pencereden bakmak da mı yasak? Ev hapsindeyim sanki, hayret bir şey."
"İyiliğin için." dedi ve geçip sandalyeye oturdu.
"Sebebi ziyaretinizi öğrenebilir miyim? Bir kardeşiniz olduğunu hatırladınız galiba?"
Güldü. "Hep sen geliyordun, bu sefer de ben geleyim dedim." Gözlerimi devirdim. "Dört gün kaldı dönmemize. Diyorum ki bugün biraz dışarı çıkalım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
âmâ
روحانياتAyağa kalktım. "Kinci bir insan değilim ama senin söylediklerini unutamıyorum Enes." Sesim bir fısıltıdan farksızdı. Boğazım ağlamamı durdurma çabalarımın sonucu olarak düğüm düğümdü. Ruhumun neresine dokunursam dokunayım bir yaraya denk geliyordum...