Saat sekizi geçiyordu, otele döneli kırk dakika kadar olmuştu. Fazla yorucu ve macera dolu bir gün olmuştu. Kabul etmeliydim ki, burada yaşadıklarım yahut bundan sonra yaşayacaklarım küçükken Enise'yle o eski evdeki macera arayışlarımıza benzemiyordu. Bu oyun değildi, bu hakikatti, bu ölümün nefesine teğet geçmesi demekti.
Geldiğimden beri düşüncelerimin zihnimi istila etmesine izin veriyor, gözlerimi uzun zamandır boyanmadığı belli olan tavandan ayıramıyordum. Karnım acıkmıştı, günlerdir doğru düzgün beslenmiyordum. Bugün Lamia ablalarda yediğimiz yemek istisna olmuştu. İştahım yoktu, bitmek üzere olan meyveli keklerden başka bir şeyi çekmiyordu canım.
Kalkıp valizden meyveli kek ve birkaç abur cuburla dolu poşeti aldım. Meyveli keklerim iki tane kalmıştı, bir tanesini alıp poşeti gelişigüzel yere bıraktım. Ambalajı açarken yatağın ucuna iğreti bir şekilde oturdum.
Beni hem fiziken hem ruhen yoran bir işim vardı, İstanbul'da yalnızca gazeteciyken burada savaş muhabiri sıfatı da ekleniyordu adımın yanına. Tehlike bana nefesim kadar yakınken ayaklarımın kaçış yoluna yönelmesi gerekirdi ancak ben gidemiyordum. Meşhur olmak değildi çabam yahut çok para kazanıp zengin olmak... Buraya gelirken olduğum gibi tarafsız kalmaya devam etseydim, belki de beni hiçbir güç tutamazdı burada. Kudüs'ün öğretmenim olmasını kabullenemez, ardıma dahi bakmadan kaçardım. Ancak ben artık tarafsız değildim, bu saatten sonra istesem de olamazdım.
Kekten kocaman ısırıklar alıp kısa sürede mideme gönderdim. Saat uyumak için daha erkendi fakat ayaklarım feci şekilde ağrıyordu ve uyanık kaldığım her saniye düşüncelerimin gürültüsüne maruz kalacaktım. Kekin ambalajını çöpe atıp dişlerimi fırçalamak için banyoya girdim.
...
Sabah uyandığımda yediyi yirmi geçiyordu, ilk şaşırsam da akşam erken yattığım aklıma gelince bunun olası bir durum olduğunu idrak ettim. Bugün kahvaltıyı aşağıda yapmayı düşünüyordum ancak sekizi beklemem gerekiyordu. Ben de boş boş durmak yerine gidip duş almayı tercih ettim.
Duştan sonra hızlıca saçlarımı kurulayıp üstümü giyindim. Pencereden gördüğüm kadarıyla sonbahar sonunda buraya da gelmişti. Uzun kollu siyah, baskılı bir tişört ve siyah bir pantolon giymiştim o yüzden.
Aşağı inip açık büfede sıraya girdim. Sırada fazla kimse olmadığından kısa bir sürede kahvaltımı alıp boş bir masaya oturdum. Arka tarafımda kalan duvara monte edilmiş televizyon açıktı, insanlar benim gibi yalnız değildi ve sohbet ediyorlardı. Arada kahkaha sesleri geliyordu kulağıma, sıraya farklı insanlar ekleniyordu ve ben sessizce çatalıma batırdığım yiyecekleri mideme gönderiyordum.
Hâlâ bilmediğim şeyler vardı ve artık başıma bela olmak üzere olan merak duygusu beni dürtüp duruyordu. Daniel'ın Enes ve arkadaşlarıyla olan ilgisini, Meryem'in kim olduğunu merak ediyordum. İlki için tahmin yürütmem olanaksız gözüküyordu, ikincisi için ise sayısız tahminlerim vardı ancak ben zihnimin ürettiği her şeye inanmaktan korkuyor ve bunları dile getiremiyordum.
O sırada etrafına bakınan, birisini arıyormuş izlenimi veren genç bir erkek ve kız girdi görüş alanıma. Birkaç saniye sonra genç adamla göz göze geldik, gözlerinin bir anda irileşmesi beni şaşırtırken elimdeki çatalı yavaşça masaya bıraktım. Erkek kızın kolunu dürttü hızlıca ve kızın da bana bakmasını sağladı. Şimdi ise uzaktan birbirimize bakıyorduk ve nedense gözlerini ilk ayıran taraf olmak istemiyordum. Tanıştığımızı düşünmüyordum, burada tanıdığım insanlar Lamia abla ve ailesi ile sınırlıydı. Kızın elindeki yarı profesyonel fotoğraf makinesini fark etmemle eş zamanlı olarak bana doğru gelmeye başladılar. Korkudan uzak ifadesiz bir bakış attım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
âmâ
EspiritualAyağa kalktım. "Kinci bir insan değilim ama senin söylediklerini unutamıyorum Enes." Sesim bir fısıltıdan farksızdı. Boğazım ağlamamı durdurma çabalarımın sonucu olarak düğüm düğümdü. Ruhumun neresine dokunursam dokunayım bir yaraya denk geliyordum...