Kudüs'e ayak bastığım ilk günden beri onlarca duyguyu tatmıştım. Şaşırmış, öfkelenmiş, hayal kırıklığına uğramış, sevinmiş, sevmiştim. Canım yanmış, ruhum sancımıştı. Ancak hiçbir duygu dakikalardır göğüs kafesimin altını dolduran bu hisse denk değildi. En yoğunu, en güzeli buydu. Kulaç attığım sularda boğulmayı beklerken kıyıya çıkmış olmanın heyecanıydı, ateşe yaklaşıp tutuşmamanın sevinciydi, kabul olunan duanın huzuruydu. Tam bir şükür sebebiydi.
Elhamdülillah.
Tel Aviv'e ulaşmak yaklaşık kırk beş dakika sürmüştü. Bu üç çeyrek saatlik zaman diliminde ağzımdan hiçbir şey çıkmamıştı. Ensar da şoförle kurduğu birkaç cümlelik diyalog dışında konuşmuş sayılmazdı. Açıkçası bu işime gelmişti, sindirmem ve üzerine düşünmem gereken önemli bir mesele vardı.
Başından beri olmasını istediğim ancak olacağına hiç ihtimal vermediğim bir şey gerçekleşmişti. Enes bana, "Ömür boyu burada kalır mısın?" demişti. Evet, evet! Resmen böyle demişti. Olumlu düşündüğümü ona hissettirsem de anın şaşkınlığı ile net bir cevap vermediğimi yola çıktıktan çok sonra fark etmiştim. Ancak biraz düşününce bundan dolayı kendime kızmadım hatta şaşkınlığımın ilk defa işe yaradığı kanısına vardım. Böyle düşünmeme sebep olan ve ayaklarımı tekrar yere bastıran şey, ailemin tepkisiydi.
Özellikle annem beni büyük bir tercih yapmaya sürükleyecekmiş gibi geliyordu. 'Ya ben ya o' gibi. Bu kadar ileri gider miydi? Belki Filistinli olduğunu söylemezsek sorun çıkmazdı. Yurtdışında bir ülkede yaşayacağımızı söylerdik, zaten Enes'in Türkçesi Türk olmadığını belli etmeyecek kadar iyiydi.
"Saçmalama Âhla." dedim sadece dudaklarımı oynatarak. Mutlaka aileler birbirini görecek ve tanıyacaktı, Reem teyzeninde de Avrupai bir görünümü olmadığına göre...
Hem kendini gizlemek Enes'in de kabul etmeyeceği bir şeydi, buna yüzde yüz emindim. Vatanını bu kadar çok seven ve canını ortaya koymaktan çekinmeyen bir insan gelip böyle bir yalanın malzemesi olmazdı.
İki ucu da kapalı karanlık bir tünelde bir o tarafa bir bu tarafa koşmaktan başka bir şey değildi bu yaptığım. Görevlilere bir şey sormak için yanımdan uzaklaşan Ensar'ın bana doğru geldiğini görünce bu baş ağrıtıcı ikilemden bir süreliğine sıyrıldım.
Sırt çantamı kucağıma koyarak yanıma oturdu. "Doğru gelmişiz. Bu kapıdan bineceğiz." Başımı salladım. Art arda birkaç anons yapılınca dikkat kesildik ancak bizim uçuşumuzla ilgisi olmadığını anlayınca tekrar arkamıza yaslandık. Bakışlarımı yere diktiğim için önümüzden geçip giden insanların sadece ayakkabılarını görebiliyordum. "Annenlere nasıl açıklayacağını düşünüyorsun, değil mi?" deyince de bakışlarımı kaldırmadım ve yine başımı salladım.
Kolumu tutarak "Âhla." dedi. Mecburen ona döndüm. Enes'e olan hislerimi öğrenmesinin etkisinden tam olarak çıkamadığım için gözlerine bakmakta zorlanıyordum. Ne kadarını bildiğini bilmemem de başka bir etmendi.
"Şimdilik bunları düşünme. Her şeyin yoluna gireceğine inan."
"Nasıl olacak o?" dedim hırçın bir ses tonuyla. "Daha konuya nasıl gireceğimi bile bilmiyorum. Bana onun hakkında bir sürü şey soracaklar. Ben ne diyeceğim? Kocaman bir 'bilmiyorum'. Tanımadığım biriyle evlenmek istediğimi anlayınca kafayı yediğimi düşünecekler."
"İkiniz de ciddi olduğunuzu gösterirseniz ne kadar karşı çıkabilirler ki?" Rahat tavrını sürdürerek konuşmaya devam etti: "Hem Enes böyle önemli bir mevzuyu öylesine ortaya atmadı ya. Aile yapını bilmesine rağmen böyle bir teklifte bulundu. O yüzden her şeyi tek başına halletmeye çalışma. Bırak, o kendini ifade etsin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
âmâ
SpiritualAyağa kalktım. "Kinci bir insan değilim ama senin söylediklerini unutamıyorum Enes." Sesim bir fısıltıdan farksızdı. Boğazım ağlamamı durdurma çabalarımın sonucu olarak düğüm düğümdü. Ruhumun neresine dokunursam dokunayım bir yaraya denk geliyordum...