Tüm umutlar söndüğünde, yakın bu şehri.🌎
Bir rüzgar esip yaşamın yarısını silip attığında geriye sessiz bir kalabalık kalmıştı, dünya yenilmişlikle gözyaşlarına boyanmıştı. Sessizlik hakimdi şimdi bu şehrin her sokağına, bir ülkenin her şehrine, bir evrenin her gezegenine, bir sevginin her kalbine.
Bir ateş yandı, bir kalbe düştü, adamı yakıp küle çevirdi. Steve Rogers kaybının ardından kocaman bir yangına dönüştü. Öylece yere çökmüşken ne olduğunu anlamıştı, anlamıştı anlamasına ama anlamak istemiyordu.
Kucağında kızı deli gibi ağlarken öylece boşluğa doğru bakıyordu. Sol gözünden bir damla yaş süzüldü, canı çok acıyordu. Bir anda hayatının en mutlu anını yaşarken şimdi ise bir kabusun içindeydi. Bu iki tezat noktanın arasındaki boşluktan aşağı bırakmak istiyordu kendini. Boşlukta savrulup düşmek, kaybolmak istiyordu tıpkı sevdiği kadın gibi.
Göğsünün ortasında bir sızı vardı, omuzlarına dünyanın yükü çökmüştü. Öyle ağırlaşmış öyle yıkılmıştı ki bu enkazı kimse toplayamazdı artık. Gözyaşları acısına bulandı, içindeki ateş daha da harlandı. Daha da büyüdü. Yandı, bitti, kül oldu bir dakika içinde ama kimse görmedi, kimse bilmedi.
Bakışlarını ameliyathanenin içinde dolaştırdığında doktorun da olmadığını gördü. Gözü sedyeye kaydı, bir dakika kadar önce Annabel'in uzandığı sedyeye. Onu orada göremeyince kalbine bir hançer saplandı adeta, bir el tutup çevirdi hançeri. Bu acının başka açıklamasını bulamıyordu çünkü. Ardından bakışları küçük kızına kaydı, ağlamaktan mavilerinden yaşlar süzülmüştü. Steve'in canı daha da acıdı o an. Gözlerinden ardı arkasına yaşlar süzülmeye devam etti.
Bebeği göğsüne bastırdı ve minik yanağına küçük bir öpücük kondurdu. İçini yakan o kelimeleri titreyen sesiyle söyledi. "Ben hala buradayım, ben gitmedim."
Bebeğin ağlaması hiç durmadan devam ederken Steve kendini daha da kötü hissetti, ağlamasını nasıl durduracağını bilmiyordu. Annabel olmadan ne yapardı bilmiyordu. Böyle nasıl yaşardı onu bile bilmiyordu. Bu acıyla nasıl başa çıkardı bilmiyordu. Düşünmek bile istemese de, o lanet ettiği düşünce zihnine üşüşüyordu. Sevdiği kadını kaybetmişti.
Nefesi kesildi, zihni uyuştu hissettiği acıyla. Kalbi yerinden söküldü, zaman durdu ve hayat bitti. O an tüm umutları, hayalleri bitti. Bir kızına baktı, bir de boş sedyeye. Sertçe yutkundu ve zar zor ayağa kalktı. Yürümeye başladı, ameliyathaneden çıktı. Bir o yana, bir bu yana dehşete düşmüş bir şekilde etrafta koşuşan insanların arasında kimseye çarpmadan geçmek için büyük bir çaba harcadı.
Donmuş gibiydi, yüz ifadesi dümdüzdü. Oysa beş dakika öncesine kadar bu dünya üzerindeki en mutlu adamdı. Sadece yürüdü, bahçeye çıktı. Savaş alanını aştı, bebeğin ağlamaları bile ulaşmıyordu kulaklarına. Tüm dünyası yok olmuştu, bir savaş kaybedilmişti ama en çok Steve'in içindeydi kayıp.
Yürüdü nereye gittiğini bilmeden, ne yaptığını bilmeden. Gitmek istiyordu, kaybettiği bu yerden hemen gitmek istiyordu. Quinjet'in nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı ama bunu bile düşünecek kadar hükmedemiyordu beynine. Sadece bu anın bir rüyadan, kötü bir şakadan ibaret olmasını isterdi ama değildi. Bir o yana bir bu yana koşturan bir sürü insan vardı. Ağlayan, kayıp veren bir sürü insan vardı tıpkı onun gibi. Bu onu gerçekliğe bağlıyordu. Bu ona 'Sen kaybettin!' diye bağırıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
𝐋𝐄𝐆𝐀𝐂𝐘 • 𝐒𝐭𝐞𝐯𝐞 𝐑𝐨𝐠𝐞𝐫𝐬
FanfictionTony Stark ve Natasha Romanoff'un bu dünyaya bırakabilecekleri en büyük miras kızları Annabel'di. Bir Black Widow olarak yetişmiş, babasının mirası olan demir zırhı giydiğinde ise damarlarındaki tutku alevlenmişti.