⚠️ Bu bir demo bölümdür. Tanrısal anlatıcı yerine kahraman anlatıcı kullandım, bundan sonra nasıl devam etmek isterseniz bölüm sonuna belirtmeniz yeterli. ⚠️İyi okumalar dilerim.🌸
~•~
Annabel'den:
2 ay sonra
Öylece ayakta durmuş şirketteki odamın penceresinden şehrin manzarasını izlerken bulunduğum yerin olmak istediğim yer olup olmadığını bilmemem garipti. Ya da oldukça normal. Son günlerde ne yapacağımı bilemediğim bir haldeydim ve şu sıralar bu durum oldukça sıradandı. Akıl ve kalp arasında sıkışıp kalmıştım, ince bir ipin üstünde yürüyordum sanki. Dengemi kaybedersem dev bir alev kazanına düşecekmiş gibiydim. Belki de çoktan düşmüştüm de haberim yoktu. Bunu da bilmiyordum.
Saçlarım esen rüzgarın etkisiyle savrulurken aklımı da alıp götürdü. Olanlara hiç de hazır sayılmazdım, bu yolun bir geri dönüşü yoktu. Her şey bitmişti ve biz yenilmiştik, tek tek her birimiz. Bu işten en çok zarar görenin kim olduğuna emin değildim.
Ben mi? Yoksa Steve mi?
Bir bataklık gibi hepimizi içine çekip hapseden, birliğimizi çalan korkunç durumdan kaçamamıştık. Hayat bizi en sonunda bu noktaya sürüklemişti. Hiç bitmeyen bir kabus gibiydi, uyanmak istiyordum ama bunu bir türlü başaramıyordum. Koskocaman bir bütünken iki keskin parçaya ayrılmıştık. Kimin kimi kestiği belli olmasa da canı yanan her iki taraf olmuştu.
Kazananın olmadığı bu savaşta şüphesiz ben en çok kaybedendim. Hem Steve'i hem de babamı kaybetmiştim.
Babamla aynı evde olsak da onunla o günden sonra eski halimizden eser kalmamıştı. Steve'in gitmesine izin verdiğim için beni hiçbir zaman affetmeyecekti. Sanırım ben de öğrendiğim büyük gerçekten sonra kendimi affedemeyecektim ama onu sevmeyi, özlemeyi durduramıyordum. Göğsümün ortasında kimsenin haberdar olmadığı kocaman bir boşluk vardı.
Onu tekrar ne zaman görebilecektim, mavilerine ne zaman bakabilecektim? Sam arada bana Steve'in yazdığı mektuplar getiriyordu. Bunlar yeterli olmasa da ondan haberdar olmak elimdeki en iyi seçenekti. Bunun ne kadar süreceğini bilmiyordum. Ondan ayrı kalmaya daha ne kadar dayanabilirdim ki?
Kesinlikle bu iyi olmadığım yegane konuydu. Aklım, ruhum ve her şeyimle sadece Steve ile yaşıyordum. Öyle ki bu iki aylık sürenin nasıl geçtiğini pek idrak edememiştim. Hem çok uzundu, hem de ben hiçbir şey hatırlamıyordum. O aylardan bana kalan derin ıstıraptan başka bir şey değildi.
Boynuma kolye ile astığım tek taşımı avuçlarımın arasına aldım ve gözlerimi kapattım. Oysa bu yüzüğü parmağıma takarken ne kadar da mutluydum. Bunu hatırlamak bile günlerimin arasındaki uçurumu gözler önüne seriyordu.
Bu işkence bitsin istiyordum, tekrar eski günlere dönelim istiyordum ama bu hiç de mümkün gözükmüyordu. Ben üzüldükçe her şey daha da üstüme geliyordu. Sanki tüm dünya ben sevdiğim adama kavuşamayayım diye uğraşıyordu.
Gözlerimi araladığımda şehrin ışıklarını bulanık gördüm, gözlerimden süzülen yaşları hemen kuruladım. Odada yalnız olmamaktan memnundum. Ağlamaktan daha çok nefret ettiğim tek şey varsa o da özlemekti. İkisini birlikte yaşamak ise kesinlikle en berbat durumdu.
"Patron, sabahtan beri hiçbir şey yemedin." Diyen Remy beni duygularımın çağlayan selinden kurtarmıştı. İrkildim ve camdaki yansımadan arkamda beliren iri adama baktım. "Senin için endişeleniyorum. Kilo kaybediyorsun."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
𝐋𝐄𝐆𝐀𝐂𝐘 • 𝐒𝐭𝐞𝐯𝐞 𝐑𝐨𝐠𝐞𝐫𝐬
FanfictionTony Stark ve Natasha Romanoff'un bu dünyaya bırakabilecekleri en büyük miras kızları Annabel'di. Bir Black Widow olarak yetişmiş, babasının mirası olan demir zırhı giydiğinde ise damarlarındaki tutku alevlenmişti.