Boğazımdan geçip giden küçük, beyaz madde titremelerimi benden bir süreliğine alırken düşünmeden edemiyordum. Küçücük bir şeydi ama nasıl bütün bedenim ona itaat etme raddesine gelebiliyordu? Bağımlı olmaktan nefret ederken en iğrenç şeye bağımlı olmuş ve bırakmak imkansızmış gibi geliyordu.
Yattığım yumuşak yatakta, bakışlarım tavanın pürüzlü yüzeyinde geziniyordu. Üzerime doğru gelen duvarlardan kurtulmak ve nefes alabilmek için açtığım camdan içeriye bahar kokusu giriyor, kuş cıvıltılar pencerenin önündeki ağaçtan yükseliyordu. Muhtemelen camın önüne bıraktığımız yem bitmişti ve pembe çiçekli elbisesini giyinmiş ağaçta huzurla ötüşüyorlardı.
Güz aylarından sonra bahar havası en sevdiğim havaydı. Sanki Yaz da yakıcı güneşin altında ateş alıyor ve cayır cayır yanıyordu bedenimiz. Yaşadıklarımız, yaşayacaklarımız ve bütün acılarımız teker teker yanarak kül oluyordu. Ardından Büyük bir şiddetle rüzgar hakimiyeti el geçiyor ve küllerimizi oradan oraya savuşturarak güzü bize en içten bir şekilde yaşatıyordu. Bu yüzden güzü severdim çünkü bedenimi ele geçirip sanki içimde ne var ne yoksa savuşturup benden uzağa atması, rahatlamamı ve huzurla dolmamı sağlıyordu.
Ardından her yer beyaza bürünüyor, ne var ne yok her şey beyaz toprağın altına gömülüyordu. Her şey güzel görünüyor fakat o toprağın altında kaç ceset duygunun olduğu bilinmiyordu. Beyaz hep masumluğu simgelemişti peki ya karın altında kalmış sırları kim bilebilirdi? Saflığı göz boyamaktan başka bir şey değildi.
Ve bahar gelir o masum görülen beyaz toprak eriyerek yok olurdu. Altında ne var yok ortaya çıkar ve birden toprak ana uyanırdı. Çiçekler, çıplak kalmış ağaçlar renkli elbiselerine kuşanırdı. Karın altında kalan yemekleri yüzünden aç kalan hayvanlar tekrar yemek arayışına girer ve yeryüzü renklerine kuşanırdı. Sanki, tekrar doğmuşuz gibi.
Şimdi tekrar doğmuşum gibi hissediyordum. Bahar havası fazla tazeydi ve bu tazelik beni yoruyordu. Çünkü ben dışarıdaki pozitifliğe karşı fazla karmaşıktım. Ne hissediyordum ne düşünüyordum hiç bilmiyordum.
Endişe tohumları vardı içimde ve o tohumlar Korku sularıyla yeşeriyordu. Kızgınlık bedenimi terk etmiyor, ona eşlik eden özlem ise eline aldığı kadehi kızgınlığıma uzatarak zaferini ilan ediyordu. Tamamen karmakarışıktım ve bu sefer beni toparlayabilecek bir Felix yoktu çünkü dağılma sebebim zaten oydu.
Gitmişti. Bütün gece Jeongin ve Seungmin ile planlar kurup en ince ayrıntısına kadar düşünmüşler ve sabahın erken saatlerinde Yongbok görünümünü almıştı. Dudaklarım Dudaklarıyla dans ederken her daim dağıttığım o saçları ilk defa yüzüne düşüyordu ve bu bile onu Felix'likten çıkarıyor ve Yongbok'a dönüştürüyordu. Yongbok'a nazaran yapılı bedenini gizlemek için bol şeyler giyinmiş ve defalarca onu taklit etmeye çalışmıştı.
Şaşırdığım bir nokta vardı. Gitmeden önce Yongbok onun yanına gitmiş ve lens vermişti. Bu hepimizi şaşırtırken açıklaması daha da şaşırmamıza sebep olmuştu. Yongbok'un asıl göz renginin kahverengi değil kehribar olduğunu öğrenmiştik.
O an aklıma gelmemişti ama şuan düşününce o gece benim uyuduğumu düşünüp konuştuğunda lensleri yoktu ve gözleri açık kahveydi. O an sokak lambası yüzünden öyle olduğunu düşünmüştüm ama gözlerime bakmaktan kaçınması şimdi mantıklı geliyordu.
Ve gitmeden birkaç dakika önce belimi kavramış ve bana eğilmişti. Fakat bakışları arkama kaymış ve gözlerinde birkaç dakika tuhaf bir duygu belirirken sadece sarılmıştı. Neden öpmemişti bilmiyordum ama onun yerine ben yapmıştım. Sanki dün parkta onu öpmemişim gibi özlemle ve ihtiyaçla öperken bütün düşünceleri darmadağın olmuş, tereddütü dudaklarımda sönmüştü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Remember Who You Are|HYUNLİX
FanfictionGlances serisinin 2. Kitabıdır. Sevgisinden ve hayatından vazgeçen kişilerin ardından karanlığa hapsolmuşlardı. Yaşama tutunmaya çalışmışlar fakat yapılan yanlış seçimler sonucu bütün bağları zedelenmişti. Taki o karanlıkta bir ışık yanana kadar...