Aydınlık. Apaydınlık her yer. Hiçbir şey yok. Işıktan ve beyazdan başka hiçbir şey yok. Ya hiçlik bu ya da her şey.
Garip belki ama gün batmaya başlıyor. Ufuk yok ama gün batıyor. Su yok ama dalgaların sesi Elizabeth'in kulaklarına çalınıyor. Sahil yok ama ayaklarına batan kum tanelerini hissediyor genç kız. Hafif bir meltem saçlarını uçuşturuyor şimdi, çiçekli elbisesi ve koluna taktığı hamburger paketi var yanında. Elizabeth kendini güzel hissediyor. Çok güzel hissediyor. Bu his o denli yeni olmasına rağmen garip bir şekilde kıza heyecan vermiyor. Özgüvenli, sanki hep güzel hissetmişçesine özgüvenli. Sanki insanların tiksinerek bakmasına sebep olacak incelikte beli yokmuşçasına güzel hissediyor; sanki kemikleri belli olmuyormuşçasına, sanki sevmediği sivilceleri gitmişçesine, sanki ince dudakları artık o kadar da ince değilmişçesine.
Oysa Elizabeth biliyor. Hâlâ incecik bir beli ve dudakları olduğunu biliyor içten içe. Kemiklerinin hâlâ onu iskelet gibi gösterdiğini, göz altındaki morluklarını, sivilcelerini biliyor. Hâlâ oradalar hepsi. Ama bunlar ilk defa genç kızın kendini güzel hissetmesine engel olmuyor.
O anın büyüsüne kapılmışken ilerden bir silüet yaklaşıyor. Hayır hayır, ona doğru koşuyor. Elizabeth yüzünü göremeden yanına ulaşıp sarılıyor kıza. Elizabeth'in başı silüetin kalbine dayanıyor, kokusu burnuna çalınıyor. Ve sesi.
"Çok güzelsin Beth, sen çok güzelsin."
Sesi ona huzur veriyor. Elizabeth derin bir nefes alıyor o an. Silüetin kokusunun tümünü çekip ciğerlerine hapsetmek istiyor. Sesini kulaklarına tıkamak istiyor, başka hiçbir şey duymak istemiyor. Ona güzel olduğunu fısıldayan bu cümledeki her bir sözcüğü hafızasına bir bir yazmak istiyor bir tüy kalemle.
Derin bir nefes alıyor tüm sevgisiyle.
Ve sonra yere çakılıyor. Elbisesi kayıp gidiyor üstünden, paspal birkaç kıyafetle kalakalıyor yerde. Güzelce taranmış saçları dağılıyor. Kemikleri, sivilceleri, ince dudakları, anormal derecede ince beli. Her biri bas bas bağırıyorlar.
"Güzel olacağını mı sandın?"
"Sevileceğini mi umdun?"
"İnsanların seni anlayacağı yanılgısına mı düştün?"
"Birilerine mi güvenmeyi mi denedin?"
Alay edercesine bağırıyorlar. Elizabeth avuç içlerini kulaklarına bastırıyor. Kafasını bacakları arasına alıyor. Ağlayamıyor, bağıramıyor, yardım isteyemiyor. En kötüsü de silüeti göremiyor.
O an başının hemen üstüne bir şeyin damladığını duyuyor, bir şıp sesi. Bir mürekkep düşüyor bembeyaz olan göğe, yere, her yere. Ve o mürekkep hızla yayılıp her yere dağılmaya başlıyor. Ayağa kalkıyor genç kız, koşabildiği kadar koşmaya çalışıyor. Ona bir kayıp olduğunu bağıran annesine çarpıyor bazen, ona onu hayal kırıklığına uğrattığını fısıldayan eski arkadaşına çarpıyor sonra, ona zorbalık eden yeni okul arkadaşlarına, onu görmezden gelen herkese bir bir çarpıyor. Karanlık hızla ona yaklaşırken ve nefesi boğazını yakmaya başlamışken ağlamaya bile izni olmuyor genç kızın. Yapabildiği tek şey hayatındaki tüm berbat anların silüetlerine çarparak kaçmak oluyor.
Ve sonra başka bir silüete daha çarpıyor. Dengesini kaybediyor, o silüetin kollarına tutunuyor ve yere çöküyor.
"El?"
Silüet ona seslenirken o sonunda ağlamaya başlıyor. Çığlık atmayı başarıyor sonunda, tüm gücüyle bir çığlık atıyor. Her şey yerle bir oluyor o an, gök üstlerine çöküyor. Oysa yanındaki silüet onu koruyor, ona sıkıca sarılıyor ve zarar gelmemesi için kendini siper ediyor. Her şey birkaç saniye sonra durgunlaştığında Elizabeth kendine geliyor. Tüy gibi hissediyor o an, az önce gördüğü onlarca acının bir önemi kalmamış gibi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Evrenin Aynası (𝓡.𝓐.𝓑. 𝓗𝓪𝔂𝓻𝓪𝓷 𝓚𝓾𝓻𝓰𝓾𝓼𝓾)
FanfictionÖlü Bir Oğlan Çocuğu kitabımın devam kitabıdır. Önce onu okumanız bolca tavsiye edilir yoksa anlamazsınız. E tabii, yine de size kalmış. Alıntılar . . . . "Beni geride bırakmayacağına söz ver." . . . . "Ben artık dayanamıyorum, Jamie. Ben artık day...