"Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir," der Tolstoy. Bu hikâyenin muhteşem bir hikâye olmadığını düşünüyorsun ama bu büyük bir yalan çünkü olması gereken oldu ve şehre bir yabancı geldi.
Ufuk Yenilmez, bir kasım gecesi annesinin vefatı üzerine yıllardır gelmeyi reddettiği Ankara'ya bir kaza haberiyle giriş yaptı.
Yolu kaç saatte geldiğini ve o yolun, normalde kaç saat sürdüğünü bile bilmez haldeydi. Ben gelmeden ölme, diye dua etti ama bu dua, hatırladığı, bir daha asla kurmayacağına yemin edeceği, yanlış bir dua olarak kalacaktı aklında. Saatler sonra, "Neden ölme demedim?" diye düşünerek kendini yiyip bitirecekti.
Üzerinde bardan çıkmadan önce giydikleri vardı. Fakat görünüşü, her zaman ki gibiydi. Zaten dolabında siyah gömlek, siyah pantolon dışında pek de bir kıyafeti yoktu. Çocukluğundan beri insanların onda ilk yargıladığı ve yargılayacak bir şey bulamadıklarında hakkında ilk konuştukları şeydi bu: bunca varlık içerisinde hep aynı şeyleri giyiyor olması.
İnsanların kendi hayatlarını bir kenara bırakıp bunu düşünüyor olması bile onun için çok garipti ama bu şimdiki aklıyla düşündüğü şeydi.
Kendi kendine giyemeyeceği ya da bir sefer giyeceği şeyleri almak yerine, içerisinde kendini en rahat ve en özgüvenli hissettiği şeyleri hep giymesi gerektiğine, bunun onun için daha iyi olacağına, 16'sının ikinci yarısında karar vermişti. O zamanlar seçimlerini siyah gömlekten kullanmamıştı, tişört tercihiydi. Hatta o zamanlar eşofman benzeri bir şey bile kullanma gereği duymuyordu. Büyüdükçe ve neyi sevip neyi sevmediğini kafasında oturtacak hale geldikçe dolabındaki tişörtler yerine gömleği, uyumak ya da spor yapmak için de birkaç eşofmanı ekledi.
Ne kadar önemli bir detay olduğu bilinmez ama hayatta en gereksiz bulduğu şey bir pijamaydı. Uyku temel ihtiyaçtı, insan neden temel bir ihtiyacını bu kadar yüksek bir seviyede tutup ona özel bir şey alma ihtiyacı hissederdi, 27 yaşında bile anlayamadığı şeyler arasındaydı.
Ankara'ya girerken hava oldukça yağışlıydı. Ufuk'un henüz bırakmaya hazır olmadığı gözyaşlarını bulutlar onun yerine akıtıyordu -en azından o, çocukluğundan gelen bu cümleyi birkaç kez tekrarlayarak ağlamasının önüne geçti.
Çalan telefonların hiçbirine bakamadı. Arayanların kim olduğuna bakma gereği bile duymadı. Biri ölüm haberi vermek için arıyorsa dahi duymaya henüz hazır hissetmiyordu kendini.
Nihayet Ankara'ya girip hastanenin otoparkında kendine yer bulduğunda bile telefon, onun için gereksiz bir detay olmalıydı ki, arabada bırakma gereği duydu. Yan koltuktan sigarasını aldı, cebindeki çakmağı kontrol etti. O kadar soğukkanlı tavırlar sergiliyordu ki, arabayı düz koyup koymadığına bile bakındı. Hastaneye girmeden önce birkaç kez telefonunu almak için arabaya döndü ama her seferinde almadan, yarı yolda yeniden dönerek kapıya yöneldi.
İşin özü, hastaneye girmemek için ne kadar yol varsa hepsini denedi ama hiçbiri bir işe yaramadı.
Kaçınılmaz son, burnunun ucundaydı.
Ona bir oda numarası söylediler. Bu beklemediği bir haberdi. Onun için odaya alınan insanlar hala hayatta olan ve hayatta olmaya devam edecek insanlardı. Nitekim sonra, verilen numaranın bir odaya değil, koridora ait olduğunu anladığında, kendi içerisinde filizlenen tüm tohumlar bir anda yok oldu.
Karamsarlık hali onu yeniden ele geçirdi.
Kulağa çok acı verici gelse de yıllardır yaşadığı şeyler göz önünde bulundurulduğunda, zaten doğuştan karamsar bir adamdı. Yaşadıkları da karamsarlığının tuzu biberi olmuştu. Ailesinden ne kadar uzak durursa ailesinin o kadar az göreceğini düşünerek Ankara'yı terk etmişti. Fakat onun Ankara'yı terk etmesi bir şey değiştirmemişti. Ankara, onu terk edemeyecek kadar kızgındı ona terk edildiği için -bu işin masalsı kısmı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YOKSUN
Mystery / ThrillerSenden mi yoksun yoksa yok musun? Her savaşın bir kazananı olur fakat iş intikama geldiğinde... sonu kestirmek pek mümkün değil.