Günler, haftalar, aylar büyük bir hızla geçerken teknede yaşanan her şeyi teknede bırakmıştım. Yankı ile birbirimize verdiğimiz sözü özenle tutuyorduk. Biz olanları hiç olmamış gibi bir sandığa gömerken yakın zamanda Ukrayna ve Rusya arasında patlak veren gerilim bir savaşa dönüşmüştü. Savaş haberinin ardından Uras, hiçbir şey söylemeden ortadan kaybolmuştu. Açıkçası umurumda da değildi. Tek dileğim bir daha geri dönmemesiydi. Yeni hayatıma yeterince zarar getirmişti.
Resepsiyondan ayrılıp terasa doğru ilerlediğimde önüme dikilen kişi Aslan'dan başkası değildi.
"Aç mısın?" diye sordu, kolumdan tutup çekiştirerek. Beni sürüklemesine ve pencere kenarında bir masaya oturtmasına izin verdim.
"Biraz." diye sorusunu yanıtlarken gözlerim limandaydı. Yankı, yine günler süren bir deniz yolculuğundaydı. Kendime itiraf etmesi ne kadar zor olsa da onu özlüyordum.
"Bugün dönüyor, merak etme." dedi, Aslan karşımdaki sandalyeye otururken. Gözlerimi ona doğru yönlendirmek üzereyken limana giriş yapan çiçek dolu kamyon kasasına takıldı. gözlerim.
"Ne çok çiçek?" dedim, şaşkınlıkla.
"Ah, Güneş... Yazık oldu."
Aslan'ın cümlesi kulaklarıma bir iğne gibi saplanırken ona doğru baktım.
"Güneş?" dedim, soru sorar bir tonlamayla. "Yankı'nın ensesine bir mühür gibi kazıdığı Güneş mi?" Cümlenin devamını içimden sessizce getirdim.
"Yankı'nın eşiydi. Karadeniz yuttu, onu. Bir daha da geri vermedi." Aslan cümlesini tamamladığında sessizce masadan kalkıp uzaklaştı.
Gözlerimi limana çevirdim. Yankı, teknesini demirlemişti. Çiçek dolu kamyona yeniden baktığımda Yankı'nın kamyonun kasasını açmakta olduğunu gördüm. Çiçekler Güneş'eydi. Hemde Yankı'dan...
İçimde bir şeyler çatırdarken çiçekleri kasa kasa küçük bir sandala taşıyışını dakikalarca izledim. Çiçeklere kimsenin dokunmasına izin vermiyordu. Son kasayı boşalttığında uzun uzun sandalın başında bekledi. Çiçekleri mi yoksa denizi mi izliyordu? Anlayamadım. Aniden eğilip sandalın karaya tutunan ipini tek hamlede serbest bıraktı. Sandal denizin içine doğru süzülürken Yankı yine uzun uzun kıyıda bekledi.
Ne güzel seviliyordu, Güneş. Buruk bir gülümseme bıraktım, izlediğim manzaraya. Sonra bir suçlu gibi önüme döndüm. Ellerimi masanın üzerinde kenetleyip ayağa kalkmamak için direndim. Ancak direnişim 5 saniye bile sürmemişti. Masadan ayrılıp çıkışa doğru ilerlerken Aslan'ın sesini duydum.
"Alo, nereye kız? Sana omlet getirdim."
Aslan'a dönmeden "Sen ye." diyerek resepsiyondan montumu kapıp sokağa attım, kendimi. Sahi nereye gidiyordum, ben? Ellerimi telaşla montumun cebine sıkıştırdım.
Hayır, Gece! Limana gidemezsin.
Kendime engel olamıyordum. Arnavut taş kaldırımlı yokuşu inip ilerledim. Yaya geçitlerini bir bir ardımda bırakıp karşıya geçtim. Limanın girişinde güvenlik engeline takılmayı hiç hesaba katmamıştım.
"Hanımefendi, buyrun yardımcı olayım."
Küçük cam pencereden bana seslenen güvenliğe doğru baktım.
"Yankı Aladağ'ın yanına gidiyorum." dedim, düşünmeden.
"Anons geçmem gerek. Biraz bekleteceğim, sizi." dediğinde elindeki telsizin bir tuşuna bastı. "Yankı bey bir hanımefendi sizin yanınıza gelmek istiyor."
İsmimi söyleme gereği duyarak "Gece diyebilirsiniz." dedim.
"Adı, Gece." diye son notunu geçerken karşıdan anlaşılmaz sesler geldi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gece ve Yankı
General FictionYüzüme düşen bir tutam saç onun yumuşak dokunuşları arasında kulağımın arkasına yerleşti. Benden sakındığı şefkatini nasıl da özlemiştim. "Ben sana yaramam be kızım!" dedi, iç çekerek. "Yaramıştın." dedim, sertçe. "Sen bana yaramıştın." Gözlerim onu...