~1 ay sonra~
Adaya yavaş yavaş alışmaya başlamıştık. Açıkçası rahattık bizi kovalayan zombiler, deliler, yamyamlar ya da ileri seviye ruh hastaları yoktu. Halimden gayet memnundum.
Lakin bu rahatlığı bozan iki bir şey vardı (şu anlık hehe). Katı kurallar ve görevler. Bir adayı yönetmek kolay değildi tabii ki. Adanın da kendini bir şekilde yaşamaya devam etmesi lazımdı, bu yüzden bize mesleklerimizin eğitimini verdiler. Bana sağlık, Minho'ya savunma, Newt'e yönetim gibi. İlk bizi korkutmamak için yormadan öğretmeye çalışmışlardı. Fakat dersler ağırlaşmaya başlayınca iş bir hayli sıkıcılaştığı için bazı ileri zekalılar derslere gelmemeye başladı, bundan dolayı da derslere katılımı zorla yaptırmaya çalıştılar, oldu da.
Bir evimiz bile vardı! Adayı ilk gördüğümde Söylemiştim beyaz altı katlı binalar. Her dairede iki kişi kalıyordu. Tahmin edebileceğiniz üzere Brenda'yla kalıyordum.
Dersler güneşin doğuşundan batışına kadar sürüyordu. Bir haylı yorulduğum için ders bittiği an daireye girip tavanı izliyordum. Ha bu arada panzehiri test aşamasına geçtiler. Ayrıca yönetimde büyükbabamın olmasını beklerken yöneticinin ablam olması beni ayrı şaşırtmıştı. Bazen bazı kararları bana sorarak alırdı (hayır adanın yönetimi konusunda değil, akşam yemeğinde ne giyeceği gibi konularda)
Kapı şiddetle açılmasıyla pozisyonumu hiç bozmadan tavanı izlemeye devam ettim. Brenda'nın üzerinden yemek kokuları geliyordu. "Yoona akşam sahilde doğum günü partisi varmış! Hadi kalk hazırlanalım." Elime yapışmasıyla homurdanmaya başladım. "Biliyor musun, hiç umrumda değil." Brenda sahte sinirle garip bir ses çıkardıktan sonra "Ama minho görevden dönmüş o da gelecekmiş..." demesiyle yüzüm Brenda'ya döndü.
"Göreve gideceği zaman bana haber verebilirdi en azından merak etmezdim. Minho'yu hemen bu akşam görmem gerekmiyor, yani hiç halim yok gelmek de istemiyorum. Sen tek gitsen olmaz mı?" Demiştim nazlanarak. "Ya ne yoruldun, hiç hatrım da mı yok üzerinde. Yalnız mı gidicem oraya?" Yavru köpek yüzü (aslında çok korkunç görünüyordu) yapmaya çalışarak gözlerini kırpıştırdığında, alayla "evet." Dememle yüzüme yastığı yemem bir olmuştu.
Uzun uğraşlar sonucundan üzerime bize verilen kıyafetlerden en iyileri seçerek bir şeyler giyindim. En iyisi dediğime bakmayın siyah kot, yeşil v yaka düz tişört. Buna şükrediyordum, ilk geldiğimde üstüm yırtık pırtıktı.
Koltukta Brenda'yı beklerken kütüphaneden aldığım kitabı okuyordum. Brenda'nın salona girdiğini hafif topuklu ayakkabılarının tıngırtısından anlamıştım. Üzerinde dizlerinin hemen altında biten bir etek, üstünde sıkı kısa tişört vardı. Saçına da kırmızı çiçek takmıştı. Kesinlikle çok güzel görünüyordu.
"Yoona bana bununla gideceğini söyleme!"
"Aynen bununla gideceğim." Üzerimde sabah girdiğim ameliyatın yorgunluğuyla esnedim.
"Ya ben burada özeniyorum, sen ameliyat kombininle karşıma çıkıyorsun! Bu mı senin arkadaşına olan sevgin, Pes ya!" Bir anda yere çöküp ağlamaya benzer bir ses çıkarmasıyla ağzım açık bir şekilde onu izlemeye başlamıştım. "Brenda kalk bana ne giydirmek istiyorsan giydir, sonra parti midir gün müdür her ne zımbırtıysa -bir yandan onu odasına sürüklüyordum- gidelim Minho'yla kavga edelim senin kolun meşaleye çarpsın her yer yansın kül olsun, sonra adanın huzurunu bozuyorsunuz diye bizi sınır dışı etsinler de rahatla!" Tek nefeste söylediğim cümleye kıkırdaması beni de gülümsetmişti.Dakikalarca süren "onu giymem, bunu giymem" tartışmasından sonra altıma kot şort, üstüme de şortumun hemen üstünde biten beyaz tişört ve gömlek giyip evden çıkmıştık.
Bu arada hala kimin doğum gününe gittiğimi bilmiyordum. Brenda'nın 'mutfaktan' arkadaşıymış fakat bu tür partiler tüm adaya açık olur yani tanımasanız bile gidebilirsiniz, kimse size bir şey demez.
