Bu satırlar senin için sevgilim.
22'
Safir rengi gözlerinde, beni taşımıştı katledilen küçük oğlan çocuğu. Hem de, kız kardeşinin yeryüzünde bıraktığı çığlıkların silik izlerinden dolayı, canını feda etmişti. Kırılmıştı bir kız, belki defalarca yıpranmış, gözlerine sinen acıyı yutmaya çalışmıştı, ama yutamadı. Silindi gölgesi ilk önce yeryüzünden sonra biraz daha silikleşti, rüzgârın uğultulu esintisine kapıldı tozları... Bir anda olan bu döngünün etrafını kaplayan sis, bu sisin etrafını saran safirlerle birlikte gökyüzüne ulaşmıştı.
Acı, bu oyundaki başkahramandı.
Acı, safirlere olgunluk kattı, gençliğini elinden aldı. Bu adam, Feza'ydı. Alaz'dan bile daha şefkatli, her an sığınılacak, sıcak ve merhametli limandı. Uçurumun kenarında tutunacağınız son daldı. Beklide beklenen, sonuçlanan ve elde edilen her şeydi. Feza, safirlerine kan bulaşmadan önce avuçlarımı tutar, severdi. Beni her zaman sevdiği gibi, incitmekten korkar, bir anne şefkati, babanın verdiği sarsılmaz güvenle, avuçlarımın içinden öperdi. Tüm kemiklerim iç içe geçmişti bu ağrıdan, sızıdan. Fakat bu ıstıraplı acı, Feza'nın varlığını bana unutturmuyordu.
Kırmızı.
Safirlerine bulaşmadan önce onu anlatabileceğim tek renkti. Sıcak, şefkatli, merhametli; acımasız, sinirli, öfkeli, kırgın... Kırgın olduğu zaman gözlerindeki o bakışlar görülmeye değerdi. Öfkelendiği zaman kapattığı gözleri, bir adım ötemdeydi. Feza, hiç ölmemişti. Zihnimde kırılmış parçaları ne zaman bir araya getirsem, bu adaletsiz dünyanın gazabına uğramış, Feza ve ruhunun katili olduğum Emel'in silueti belirirdi.
Gözlerimi kapatmaktan başka çarem yokken, bu karanlığın içinde boğulduğum geçmişin derin sularında, acı su yutmaya maruz kalıyordum. Ciğerlerim paramparça, gözlerimin üzerine inmiş kalın, siyah perde ve yaşanmışlıkların üzerime her gün eklediği ıstıraplar... Hastalığım çektiği ruhsal azabın yanında ufak bir cam kesiği gibi kalıyordu. Fiziki yaraları iyileştirmek kolayken, ruhsal yaralanmaları iyileştirmek, kolay olmuyordu.
Zihnim, kuytulara gömdüğüm anılarımla doluydu. Anılar, beni terk ettiği zaman zihnimin köşesine sinip, onları aramakla uğraşıyordum. Parçalara ayrılmışlardı. İnsanlar tarafından binlerce silah kurşunuyla, bazen tek kelimeyle, bazen hastanede kaybettiğim bir arkadaşımla dağılıyorlardı. Hak etmeden, hırçınca aldıkları darbelerle, caddenin köşesinden geçen küçük kız çocuğunun hayallerine sahne oluyorlardı.
Biz, yıkılmış birer harabeye dönerken, bizi yıkanlar ayakta gülümsüyorlardı. Binlerce romana ana konu olan adaletsizlik, adaletsizliğin üzerimize çöken kayıpları ve bunların sonucunda aldığımız darbeli yaralar, kalıcıydı.
Safir gözlerinde taşımıştı tüm yükümüzü, yüklenmişti gökyüzünün yükünü Feza. Binlerce hayalimizin biranda yok edilmesine mi, üzülsem, yoksa hayallerimizi çalan adaletsiz hayatta bu kadar derin bir acı yaşadığıma mı üzülsem, bilemiyordum.
Onun yükünü yüklenmek istesem de, bu dünyaya ait olamayacak güzel adamın var olduğu düşüncesi, tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu. Ayrıca onun yüklendiği bu dünya yükünü, taşıyabilecek güce sahip değildim. Kırılmıştım, parçalanmış ve birazda ruhumun derinliklerine parmaklarını sokan o kötü adamların hayatımı altüst etmesini izlemiştim.
Elimden gelen tek şey geçecek kelimesini kendime hatırlatmak olmuşken, çektiğim azabı duyurmadım. Uykularımda bile benim peşimi bırakmayan acıya yazık; onu senelerdir sömürerek tüketmeye başlamıştım. En sonunda, bu hikâyenin sonunda, romanın son paragrafında, bu savaşı en güçlü olan kazanacaktı. Ve ben, acının karşısında güçlü durmakta bugünlerde bir hayli zorlanıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
1. KUYU: SAUD
General FictionCehennemin dipsiz çukurlarında yanarken, günah obruklarına saplanmış bedenler, yanacaktı. Bu kaçınılmaz bir gerçekti ve cehennem de azap görenlerin ıstıraplı sesi bulutların ağlamasına, cennette ki insanlarınsa hüzünlenmesine sebep olacak kadar acı...