Dört yıl önce..
xxx
Bir muşamba yardımıyla, bir yarım su borusu ve bir metal parçasını sol bacağının iki yanına sıkı sıkıya bağlamıştı. Kırık baldır kemiğinin yarık etinden fırlamış ucu, her hareket edişinde dışarı uzanıp uzanıp içeri kaçıyordu. Sol gözü, kurumuş kan yüzünden tamamen kapanmıştı. Koltuk altına sıkıştırdığı boruya asılmış, bir sümüklü böcek hızında ilerliyordu; santim santim ve arkasında kandan bir yol bırakarak.
Omzundan çıkmış sağ kolu işlevsizce sallanıyor, yanı sıra sürükleniyordu. Sallanan kolunda derin pençe kesikleri vardı; uzvunun tüm kasları yırtılmış ve bir kısmı dışarı fırlamıştı. Kolunun yırtık bir kumaş parçasından farkı kalmamıştı. Bir metre elli beş santimlik vücudu tepeden tırnağa kan ile kaplıydı.
Sırtı, sağ kolu, ensesi ve kafası, sağ kulağı üzerinden biraz aşıp alnı ve kaşına kadar uzanan ciddi yanıkları vardı. Yanan saçlarının bir kısmı kafa derisine yapışmıştı. Canı öyle acıyordu ki, acının sıfır noktasına ulaşmış, artık uyuşmaya başlamıştı. Aldığı ilaçlar ve adrenalinin etkisi ile bedeni hala hareket ediyor, ilerlemek için tepki veriyordu ama gerçekten de bitmiş sayılırdı. Yine de yapması gereken tek şeyi yapıyor, emirlere uyuyordu: hayatta kalmak.
Kendini sürükleyerek terk ettiği virane odaların her bir yanına dağılmış et parçalarından sızan kan kokusu burun deliklerinden içeri tırmanıp beynine hücum ediyordu. Parçalanmış maskesini fırlatıp atmıştı çoktan. Oksijen miktarı azdı. Neyse ki, olanı da geride bıraktığı diğer askerlerle paylaşmak zorunda değildi artık.
Çok fazla kan kaybetmişti. Kendi kalp atışlarından başka bir şey duymuyor ya da göremiyordu. Yalpalayarak, beyhude olsa dahi bacağına son bir kuvvet daha verip ileriye atıldı. Siyah sisten farkı olmayan bulutların arasından ara sıra görünen ayın aydınlattığı koridora ulaştı. Başını hafifçe yukarı kaldırıp kanlı ve puslu görüşünü netleştirmeye çalışarak gözünü biraz daha açtı.
Eski ve yıkık binanın içine sızan ay ışığı göz bebeklerine doluyor ama görmesine hiç yardımcı olmuyordu. Parçalanmış cam kırıkları üzerinde yürüyerek kendisine biraz daha yaklaşan siyah bir gölge vardı. İşi bitmişti. Karşı koyacak gücü yoktu. Dünyanın bir ucundaki, farelerin bile terk ettiği bu lanet şehirde, yıkık ve çökmüş binanın paslı metalleri ve pisliğinin arasında cesurca savaşmıştı ancak bitmişti artık; ne karşı koyabilirdi gelen düşmana, ne de içinde karşı koymak ve yaşamak için en ufak bir istek kalmıştı. Kanlı boğazından hırıltılar çıkartarak son defa derin bir nefes aldı ve aldığı bu titrek nefesi biraz sonra verecekti. On iki yaşındaki bir askerin son savaşıydı bu.
Cam kırıklarının sesi daha da yakınlaştı. Botların altında kıtırtılar çıkartarak ezilen cam parçaları durmak üzere olan kalbine ses olup batıyordu. Acı öyle ağırlaştı ki, koltuk altındaki boru titreyip kaydı. Borunun yere düşerken çıkarttığı paslı metal sesi yıkık koridorda yankılanırken, kanla kaplı küçük omuz yere değmeden havada asılı kaldı. İri gölge, yarı ölü bu küçük bedeni yere düşmeden yakalamıştı. Uzun kolları arasındaki küçük askeri nazikçe yere bıraktı.
Üzerindeki yıpranmış, tozlu ve etekleri yırtılmış uzun paltosunu çıkartıp, bir an önce müdahale etmediği takdirde kan kaybından ölecek olan askeri sarmaladı. Sonra bu minik kan torbasını kucaklayarak, geldiği koridordan geri döndü. Bulutlar çekilip de ay yeniden görünmeden ikisi de gözden kayboldu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölü Şehrin Köpekleri
Science FictionBir yanda çökmüş, havasız, dumanlı şehirlerin yıkıntıları arasında hayata tutunmaya çalışan insanlık; diğer yanda Kubbe Şehir'de yaşayan aristokratlar ve katı kast sistemi içinde hayatta kaldığı için bile şanslı sayılan bir toplum. Her ikisi arasına...