Bölüm 2- Benim Adım Hiç

370 43 5
                                    



Zırhlı aracın, çöken zemine saplanan tekerleği yüzünden yola devam edebilmeleri mümkün değildi. Karanlık çökmüş olmasına rağmen araçtan çıkıp bu işi halletmeleri gerekiyordu. Z-27'nin duyduğu sesten emin olmak için boş binanın çevresinde dolanması ve hepsinden öte o kapıdan içeri girmesi belki en büyük hataydı ama çığlıklar başlamadan hemen önce maskelerini takıp, pozisyonlarını koruyamadan içeri dalmaları daha da kötüydü.

Sadece üç tane olmalarına rağmen yedi kişilik timi paramparça etmişlerdi. İçlerinden en genç olanın, kalan son yaratığın da beynini uçurduktan sonra, üzerine gelen iki takım arkadaşında da koca delikler açmak zorunda kalması üzücüydü. Z- 19 panikleyip o patlayıcıyı harekete geçirmese, yanan masa küçük askerin üzerine devrilmezdi ama o masanın altında kalmış olduğu için hayattaydı. 

Evden hiç bu kadar uzaklaşmamıştı ve daha ilk seyahatine çıkmış olan zavallı Z-19'un boyun damarlarının iplik gibi uzatıldığını görmüş ve ilk defa gaz yüzünden deliren iki insanı öldürmüştü. Vicdan azabı ya da korku hissettiği için değil, sadece her şey o kadar çabuk olmuştu ki eğitimler ve diğer hiçbir zırvalıkların anlamı kalmamıştı. Rüyasında kapkaranlık olan, bağırsak ve kan kırmızısıyla kaplı çöküntü, gerçek dünyadan gelen ışık ile piksellerine ayrıldı.

Küçük asker, göz kapaklarını hafifçe oynattı ancak sadece beş milimetre açabildi. Uzun zaman sonra gözüne sızan gün ışığından ufak bir parça onu rahatsız etmişti. İyice zorlayıp biraz daha açtı gözlerini ve sonunda kendine gelebildi. 

Görmekte zorlanıyordu, her şey bulanıktı. Arka planda konuşan birinin sesi vardı; oldukça boğuk ve derin bir sesti bu konuşan. Yavaşça denilenleri duymaya başladı. " Beni duyuyor musun? Sanırım artık kendine geldin. Boynunu oynatırsan boğazındaki borular canını yakar."

Asker ölmediğini anlamıştı. Çünkü ölüm, hiçbir şeyin olmadığı, sonsuza dek karanlıkta oturduğun bir yerdir. Etrafta sürekli bir şeyler yapıp kısık, boğuk sesiyle konuşan koca adamın görünüşü daha da netleşti. Yüzünde kapkara, kocaman ağızlık kısmı ve büyük gözlük çıkıntıları olan bir oksijen maskesi giyiyordu. Boynundan aşağı tüm vücudunu sarmalayan tulumu ve ellerindeki eldivenler de siyahtı, tıpkı yürüyen bir gölgeye benziyordu. Çok uzun ve yapılı vücudundan sarkan kolları, bacakları hatta parmakları bile fazlaca uzundu. 

Daha önce hiç bu kadar yapılı bir adam görmemişti. Konuşmak ister gibi ağzını oynattı ama gerçekten de boğazındaki hortum canını yaktı. 

" Bekle, şimdi çıkartacağım, biraz acıtacak ama artık bunlara ihtiyacın yok, " dedi adam. İri ve garip görüntüsüne ve maskenin ardından gelen boğuk sesine rağmen konuşması oldukça sakin ve kibardı. Yavaşça askerin boğazından midesine sarkıttığı hortumu çıkarttı. 

" Artık kafanı hareket ettirebilirsin ama sakın kalkmaya çalışma, on dokuz gündür yattığından uyuşmuşsundur."

Şimdi kafasını sağa sola çevirip yavaşça etrafı süzmeye başladı asker. Minik bir penceresi olan, orta büyüklükteki metal bir odanın içindeydi. Etrafta pek çok tıbbi malzeme vardı. Yumuşak sayılacak bir yatakta yatıyordu. Neredeyse tüm vücudu sargı içindeydi. Tepesinde sallanan kablolar ve sıvı torbaları vardı. Bazıları kolundaki borulardan akıp damarlarına doluyordu. 

Sonra sağ kolundan gelen ağırlığı hissetti. Dirseğinden aşağısında bir gariplik vardı. Metaller sallanıyordu kolundan. Asker tepki vermedi, sadece baktı. Adam, aklından geçenleri okumuş olacak ki açıklamaya başladı. 

" Sağ kolun kullanılamaz durumdaydı, dirseğinden sonraki kısmı attım. Hala çalışan bazı sinirlerini kablolara bağladım, büyük ihtimalle işe yarayacak. Şu an üzerinde çalıştığım kolu bitirinceye kadar sen de kalkacak duruma gelirsin."

Asker bunu umursamıyordu. Kolunu kaybettiğine canı biraz sıkılmıştı ama eğer askerseniz bir ya da iki uzvunuzu gözden çıkartmanız gerekir. Ama anlamıyordu, nerede olduğunu ya da neler olduğunu. Gölge adam tüm bunları boş bakışlardan okumuş olacak ki yine kendiliğinden cevap verdi. 

" Neden seni kurtardığımı merak mı ettin? Bilmem, belki sen bana bir sebep verirsin." Askerin anlayabileceğinden daha karmaşık bir cümleydi bu. Umursamadı.

Adam, elindeki mekanik kutunun vidalarını söküyor, bir şeyler yapıyordu. Sakin ve boş gözlerle etrafı süzen küçük kıza baktı. Ufacık bedeni harap olmuş, yarım kalmış ve yanmıştı. Buna rağmen hiç tepki vermiyor, konuşmuyor ya da ağlamıyordu. Kubbe'nin çocuk askerleri böyle olurdu; beyni yıkanmış, ilaçlarla hem fiziksel hem psikolojik olarak neredeyse tamamen hissizleştirilmiş ve makineleştirilmiş. Bir yetişkinin neredeyse üç katı güce karşılık yarı zekasına sahip deforme olmuş hibritler... 

Katledilen asker timi Kubbe'den bu kadar uzakta olduğuna göre bu bir temizlik görevi değildi. Ya araştırma ya da bir başka Kubbe'ye yapılan nakliyattı.

" Şimdi nereye gitmen gerektiğini biliyor musun?" diye sordu adam. Asker, hayır anlamında başını iki yana salladı. " Görevinizi yapamadınız, gitmeniz gereken yere gidemediniz. Şimdi Kubbe'ye dönmeli misin?" diye sordu adam. 

Bu zor bir soruydu. Görevi tamamlayamaz ve hayatta kalırsa ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Kubbe'ye nasıl dönmesi gerektiğini de bilmiyordu. Karmaşık bir durumdu onun için.

Adam, aklında bir yerlerde kaybolmuş olan ufaklığa baktı. Bu his ona tanıdık geliyordu. Masanın üzerindeki makineyi aldı. Elindeki diğer parçayı, iri metal kola entegre etti. Kabloları çekip gerdi ve yapay eklemler arasında esnetti. Ufaklık için daha zarif bir kol yapmak isterdi ama şu günlerde gerekli malzemeyi bulmak pek kolay sayılmazdı. 

Kolu bırakıp, bir başka ufak mekanik parçayı aldı eline. Kız çocuğunun yanındaki sandalyeye oturdu. "Benim adım Varlo, senin bir adın var mı?" Kız, boş gözlerle baktı. Kimse ona soru sormaz, hatta konuşmazdı. Kaşlarını hafifçe çatıp, maskeden oluşan bu surata baktı. " Kod; Z16 " dedi. Sesi çok alçak ve titrek çıkmıştı. Adam, başını iki yana salladı. " Hayır, kod değil bir ad olmalı. İnsanların adı olur, kodları değil."

Kız tepkisizdi. Askerlerin adı olmazdı. Boş gözlerle adamın elindeki küçük parçaya baktı. Varlo elindekini açıkça göstererek " Bu mu?" dedi. " Bu bir konnektör, makineler için. " Sonra şöyle bir düşündü. Sargılar içindeki küçük suratın üçte birini kaplayan kahve rengi gözlere baktı. " Konnektör... Kon... Koni, sana böyle seslenelim. Bu, senin adın olsun."

Küçük asker, durakladı. Farkında olmadan şaşkın bakışlarını Varlo'nun siyah yüzüne kilitleyip öylece bakakaldı. Adı mutluluk olan bir duygu ile dolmuştu göğsü. Ne olduğunu bilmediği bir şey; haşlanmış patatesine tuz koyduklarında hissettiği gibi ama daha farklı. 

Kafasını aşağı yukarı hafifçe oynattı. Belki de hayatı boyunca, belli belirsiz de olsa ilk defa tebessüm etmişti. Adı hoşuna gitmişti, belki bundan sonra herkes böyle seslenirdi ona. Yüzünü tavana döndü ve ağır ağır göz kapakları kapanırken kendini uykuya bıraktı.

Varlo, kendinden geçen kızın damarlarına giden ilaç tüpünü değiştirdi. Yakında sargılara gerek kalmazdı. Elindeki ilaç ve serumlar azalmıştı. Ölü şehirlerden birine iş için gidip depoyu doldurmanın vakti gelmişti artık ama ondan önce biraz atıştırmak ve hava almak iyi gelirdi.

Aracın uzun ve dar koridorundan geçti. Metal merdivenlerden tırmanıp, yuvarlak kapağı döndürerek büyük bir gıcırtıyla açtı. Güverteye çıkarak, burun kısmına doğru yürüdü. Maskesinin ön kısmını açtı ve havayı içine çekti. Büyük, ağır, zırhlı aracın konakladığı limanın arkası kayalar ve hiçlikle doluydu. Deniz seviyesinde hava daha temiz ve açık sayılırdı. Yakında gemiyi karaya çıkartıp, tüm o siyah gölgelerin içine geri dönmek zorundalardı, hiç istemese de..

Ölü Şehrin KöpekleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin