Pekala itiraf etmem gerekiyor ki ne ara otuzuncu bölüme geldiğimizi bilmiyorum ancak bu harika bir his! İlk kez hikayelerden birinin böylesine sevilmesi açıkcası beni çok mutlu etti, hepinize teşekkür ederim! İyi okumalar!
Üç ay geçmişti, üç koca ay, sadece ömrümüzden almamış, bizi tarifi imkansız acılara da sürüklemişti. O iyiydi iyi olmasına ancak konuşmuyordu. Bazen saatlerce boş boş oturuyor, her beş dakikada bir piposunu tazeliyor ve sonra sallanan sandalyesine kurularak arka bahçede oturuyordu. Onunla ilgilenmenin yanı sıra köyün tamamıyla ilgilenmek de bana düştüğünden bazen oldukça fazla yoruluyordum ancak bu benim için problem değildi. Eğer Ajax iyi olacaksa, bir gün yeniden bize katılacaksa elimden geleni yapardım. Yapacaktım da.
Onun aylarca uyuduğu o süre içinde tüm köy, yerleştiğimiz bu yeni yerde küçük bir yerleşim haline getirdik. Artık herkesin evi vardı ve yeniden ocaklarımız yanıyordu. Çocuklar mutluydu hatta evlenen çiftler bile olmuştu. İçimizde kederlenen tek insan Ajax'tı. Onun için kimse bir şey yapamıyordu. Sadece, yanımda kaldığı için şükrediyordum. En azından nefesi hala kulaklarımdaydı. En azından hala evimizdeydi. En azından, benim erkeğimdi.
Hazırladığım kahvaltıdan neredeyse hiçbir şey yemeden kalktığı için aklım ondaydı. Gothel Ana benim hayatımın da onunki gibi kısıtlanmaması için beni yakınında tutuyordu. Her sabah erkenden kalkıp meyve bahçelerine gidiyor ve öğlene kadar çalışıp kasabada satılmak üzere köyün erkeklerine teslim ediyorduk. Bizimle birlikte çalışan diğer genç kızlar ve köyün erkekleriyle topladığımız meyveleri kasalara yüklemiştik her zaman olduğu gibi. İşimizi bitirince geri dönmeyi teklif eden Gothel Ana'nın peşinden ilerlerken önündeki önlüğe gizlediği iki elmadan birini bana uzattı. Önlüğüme sildiğim elmanın yumuşak ve ince derisine dişlerimi geçirerek suyunun ağzımda patlamasını sağladığımda bunun beni gerçekten mutlu ettiğini hissettim. İçimde bir yerlerde, hala çocuk kalan ve nefes alan birisi vardı demek.
"Gitmediği için şanslısın." Dalıp giden gözlerim hala kavganın olduğu o yere, dereye bakarken dikkatim Gothel Ana'nın sesiyle dağılmıştı. Ne demek istediğini başta anlamamıştım, kalbimin içinde kocaman bir sızı baş gösterdi sonra, şimdi her şey net ve açıktı. Gözlerim Gothel Ana'nın gözleriyle birleşince ağlama isteğim yükseldi. "Eğer yine gidecek olsaydı asla geri dönmezdi." Boğazıma oturan yumruyu göndermek amacıyla yutkunurken gözlerim küçük küçük dolmaya başlamışlardı bile. "Benden nefret ettiğini düşünmeye başladım." Ajax'ı kast ederek gözlerimi akıp giden dereye çevirdim. Bazen öylesine uzağımda duruyordu ki, benden nefret ettiğini düşünmeme sebep oluyordu. Belki de bebeğimizin ölümünden bir şekilde beni sorumlu tutuyordu, bilemiyordum. Ancak eğer olan buysa, kırık kalbim paramparça olacaktı.
"Senden nefret etmiyor, Hera." Sıcak elini omzuma koyarak sıktığında gözlerimden birer damla yaş süzülerek yanaklarımı ıslattı. "Eğer hala buradaysa, senin sayende." Yanaklarımı kurulayarak uzayıp giden kanyonun ötesindeki hayata doğru baktım, bu devasa taşların arkasında mıydı hayat? Burada mı kalmalıydık yoksa elinden tutup benimle gelmesini mi sağlamalıydım? Bilmiyordum, her şey çözülemeyecek kadar karışık geliyordu bana. "Buna inanmak isterdim Gothel Ana." diyerek cevapladım onu, Ajax'ın burada kalmasının nedeni olmak isterdim. "İnanmalısın da."
Bunun üzerine hiçbir şey konuşmadık, eve gidene kadar elimi tutarak bana destek olan bu yaşlı kadın gerçekten iyiliğimizi istiyor ve bunu hissettiriyordu. Ajax konusunda verdiği desteği başka kimseden göremiyor olmak ona daha çok bağlanmamı ve saygı duymamı sağlıyordu. Onunla vedalaşarak uzaklaşmasını izlerken verandadaki camdan içeriye göz attım, aklım onda kalmıştı ve ondan uzaktayken kalbim sıkışıyordu. Gözlerim evin içinde onu ararken o, karşı duvara monte ettiğimiz küçük aynamızdan yüzünde hala belirgin olan izlere ve yavaş yavaş geçmeye başlayan morluklara bakıyordu. Aldığı hasarların izleri hemen kaybolmuyordu ancak benliğini yitirmiş gibi davranıyordu. Onu böyle gördükçe acıyan kalbimin merhemi yine kendisindeydi ancak o, kalbimi daha çok yaralamak için arasında büyüdüğü insanların bir başka ritüelini uyguluyordu.
Eskimiş bir gömleğinden kestiği parçayla kürek kemiklerine inen saçlarını toparlamıştı, parmakları o kumaş parçasını çekip saçlarını serbest bıraktığında bile gözlerini bir an olsun kırpmadan kendine bakmayı sürdürüyordu. Bakışlarım diğer eline kaydığında parmaklarının arasında tuttuğu keskin bıçağı fark ettim. Bunun anlamını biliyordum. Sevgilisini kaybeden her genç, ailesini kaybeden her birey ve çocuklarını kaybeden babalar yapardı bunu. Bu köyün erkeklerine düşen bir vazifeydi ancak onun üstlenmesini istemiyordum.
Kürek kemiklerine inen esmer, parlak saçlarını parça parça çekiştirerek elindeki bıçakla kestiğinde düşen her bir tutamın arkasından onların sayısı kadar düşen gözyaşlarımla baktım. Bunu yapmak zorunda değildi, onu muaf tutmayı başarmıştım ancak şimdi bunu kendi elleriyle yapıyordu. Kesilen bir bir parçayla akıp giden gözyaşlarını olduğum yerden bile görebiliyordum, korktuğum şey bunu yaparken bile bilenen hırsıydı. Eğer intikam almayı düşünerek hareket ederse, karşısında kimse duramazdı. Ve o, tam olarak bunu yapıyordu.
Kısacık kalan saçlarına bakıp hırsla solurken beni fark ettiğinde endişeyle bir adım geriye sıçradım. Son zamanlarda sergilediği agresif tavırlar yüzünden ona yaklaşmaya bile korkuyordum ancak içimden bir ses bu nefretin bana olmadığını da söylüyordu. İkilemde kalan ruhumu gözlerimle belli etmemeye çalışarak ona yöneldiğimde elinde kalan son parçayı gözlerimin önüne kaldırdı ve kalbimi de beraberinde götürdüğünü bilmeden onu kızgın ateşin içine attı. Ayaklarıma dolanan kesilmiş saçlarına aldırış etmeden, elimi ona uzattım, amacım yanağına dokunmakken başını iki yana sallayarak benden uzaklaştı.
Giderken, kalbimi de beraberinde götürdüğünden haberi olmadan hem de.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
the mask | zm
FanfictionHerkes yüzündeki Maske'ye binlerce efsane uyduruyordu ancak kimse gerçeği bilmiyordu. Benim dışımda.