Cokeworth, Birmingham - Sabah 05.00 Civarı
"Kamp mı?"
Elisabeth Evans, sanki her gün görebileceği bir kişi değilmişçesine Lily Evans'ı yüzünde 'Ben senin annenim, bana karşı gelme' diyen bir ifade ile sorgularken Lily, şansını fazla zorlamamaya çalışıyordu; annesini tanırdı.
"Ee..." Genç kadın kafasında yaklaşık birkaç hafta öncesinde kurgulamaya başladığı kelimeleri unutunca ('lütfen,' 'müsaade' ve 'rica' gibi sözcükleri içeriyordu), afalladı.
"Ee?" Elisabeth Lily'nin ince ve cılız ses tonunu taklit ettiği zaman Lily yerin dibine girdiğini hissetti. Salondaki büyük aynanın altında duran telefon ise ısrarla çalmaya devam ettikçe Elisabeth onu tekrar ve tekrar kapatıyordu. Lily bu durumdan etkilenmiyormuş gibi görünmeye çalıştı, en azından elinden geldiği kadarıyla.
"Lütfen?" diye öttü Lily.
"Hayır, tabii ki!" Elisabeth yüzündeki kırışıklıkları daha da belli edecek bir şekilde suratını buruşturduğunda Lily kafasını eğdi ve halının üstündeki narin çiçek desenlerini incelemeye başladı.
Telefon tekrar kapatıldı.
"Biliyorsun anne, o telefonu daha yeni aldın," dedi Lily salonun dekorasyonuna gayet de güzel bir biçimde uyan çevirmeli telefonu göstererek. "Henüz kullanmadın bile -bir kere kullandın diye bozulmaz. Lütfen, izin ver de bir cevap vereyim." Annesinin ateş saçan açık kahverengi gözlerine bakmaktan sakındı.
"Konuşuyoruz," dedi Elisabeth üzerine basa basa. "Evet, Lillian, senden hâlâ bir cevap beklemekteyim." Lily tekrar on yaşındaki çocuk gibi kafasını eğdi. "Neden en son benim haberim oluyor? Neden Euphemia'nın, neden Alison'un, Candelaria'nın, neden Hope'un değil, -neden en son benim haberim oluyor, ha? Ben burada Kalinka'ya dans eden Sovyet ayısını mı oynuyorum?"
"Anne, izin verirsen açıklayacağım..."
"Her şey ortada değil mi?" diye feryat etti yaşlı kadın. "Lizzy nazik, Lizzy kibar, Lizzy her zaman ve her zaman kızı için en iyi olanı ister, onun için her şeyi yapar, onu asla kırmaz! Bana bak genç hanım -evden kaçtın, bir şey demedim. Bana danışmadan nişanlandın, ha ona da bir şey demedim. Şimdi gelmişsin eve sabahın bilmem kaçında, diyorsun ki 'Anne ben kampa gidiyorum' -ama artık burama kadar geldi Lillian Evans, anlıyor musun? Senin şu başıboş sokaklarda avare avare dolaşmanın sınırı geldi."
"Anne, ben artık bir yetişkinim ve kendi kararlarımı..."
"Kendim verebilirim, öyle mi?!"
Lily, annesinin bu yüzünü daha önce gördüğünü hatırlamıyordu.
Elisabeth yaz yağmurunun çiselemeye başladığı pencerenin önündeki rahat, pudra pembesi koltuğuna kıvrıldı ve beyaz kedi Amethyst'i de kucağına alıp okşamaya başladı. Lily eline bir de şu aile yadigârı olan çay fincanlarından bir tane alsa ne kadar havalı görünebileceğini düşündü -almıştı zaten. Hatta çay bile doldurmuştu.
"Dinliyorum."
Nihayet... Ehem. "Dışarıda yağmur var, gördüğün gibi," dedi Lily sessizce, bir eliyle buğulu pencereyi göstererek. "Dün gece Trafalgar Meydanı'nda bir restoranda Gryffindorlar..."
"Elimle konuş." Elisabeth nezaketle sağ elini kaldırdı ve kibirle Lily'ye baktı. "Anladığım dilde, lütfen."
"Peki, o zaman." Lily yanağının iç kısmını ısırarak ellerini önünde kenetledi. "Okuldan arkadaşlar ufak bir buluşma düzenledik dün Londra'da. Persephone Shepherd, Walter Delaney, Victoria Turner, Trayton Carter, Laura Johnson, Belladonna Cunningham... Belki saha daha önceleri bahsetmişimdir."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Marauders Era 2 - Düşüş Zamanı
FanfictionLily Evans kendini hep oldukça şanslı bir kız olarak görmüştü. Canından çok sevdiği arkadaşları, mükemmel bir nişanlısı ve (bundan pek emin olmasa bile) onu seven bir ailesi vardı. Kim dahasını isterdi ki? Ama refahları uzun sürmeyecekti. Gölgelerd...