🍁36

1.3K 245 4
                                    

Canım kardeşim, ruhunda bin bir şiirin yazıldığı kız,

En sonunda Malik'i görebileceğim hissinin verdiği hafiflikle yola koyulabildiğimde her şeye rağmen içimde küçük de olsa bir mutluluk vardı. Bu saçma mutluluğumu ne evden çıkmadan önce aynada gördüğüm kireç beyazı suratım ne de simsiyah duran göz çukurlarım kaçırabilmişti. Bir heyecan önce parka gittim. Orada değildi. Banklardan birine oturup çocukları izleyerek onu bekledim ama gelmedi. Sonra dolmuşla kampüse gittim bir ihtimal orada bulmayı umarak lakin tüm yerleşkeyi adım adım gezmeme rağmen yoktu.

Tuhaf bir endişeye kapılmıştım. Başına bir şey gelmiş olabilir miydi? Daha öncesinden ölüyor olduğuyla ilgili sözlerini ciddiye almamıştım acaba felsefi olmaktan öte gerçeklik barındırıyor muydu söyledikleri diye düşünüyordum. Çünkü o ana kadar muhakkak bir yerlerden çıkıp gelmiş olması gerekiyordu. Sonuçta Malik'ti o, tanıdığım Malik. Malcolm X. Eğer başına bir şey gelmemiş olsaydı, her zaman yaptığı gibi beni bulması gerekmez miydi? Karşıma çıkması, o mütefekkir edasıyla insanlardan, ölümden, yaşamdan ve geriye kalan her şeyden konuşmaya başlaması gerekmez miydi çoktan? Böyle düşüncelerle beynimi yerken bir yandan da amaçsızca bir divane gibi yürüyordum. Nereye gittiğime dikkat edemeyecek kadar içimi kaplayan endişede boğulmuştum. Ama bir tarafım da Malik'in kocaman, kendi hayatı olan bir insan olduğunu, her anını benimle geçiremeyeceğini haykırıp duruyordu. Ve haklıydı da. Malik'in kendi insanları vardı elbet; sevdiği, saydığı, henüz ölmek üzere olmayan, onu tanıyan insanları... Ailesi, dostları ve hatta bir sevdiceği... Bütün bunların içinde benim gibi silik ve yok olmaya yüz tutmuş bir noktacıkla her saniye ilgilenmesini beklemek aptallık olurdu.

Ama aptaldım ben. Aptaldım işte. Her şeye, herkese rağmen benimle ilgilenmesini bekleyen bir aptaldım. Ve kendime sunduğum bütün bahaneleri tüketecek kadar aptaldım üstelik, o yüzden yeni baştan endişelenmeye başlıyordum. Saatler süren bekleyişimde gelmeyişini aklım almıyordu. Beynimde bir diken sürekli ve sürekli her fikrime batıyor, hepsini Malik'in yokluğuyla yaralıyordu.

En nihayetinde durabildiğimde etrafa bakındım. İçimdeki ağlama hissiyle kaldırımın kenarına oturdum. Nerede olduğumu, Malik'in nerede olduğunu bilmediğim kadar bilmiyordum. Üstelik hava da bir hayli kararmıştı. Dizlerime sarılıp bakışlarımı karşı kaldırımdaki yaşlı adama kaldırdım. Usul usul adımlarla bastonundan güç alarak geldiği eşikte zorlanarak çıkardığı lastik ayakkabılarını kapının önünde bırakıp içeriye girişini izliyordum. Beyaz sakalı neredeyse gömleğine dokunuyor, cılız bedeni uzun cübbesinin içinde kayboluyordu. Başında küçük beyaz bir sarık varken öyle bu dünyanın yabancısıymış gibiydi ki bakışlarımı ondan alamıyordum. Eşikten o yaşlılara özgü temkinli yavaşlıkla geçip ahşap kapıların ardında kayboluşu kadim zamanlardan kopup gelmişçesine güzeldi. İçimde öyle kuvvetli bir peşinden gitme hissi yükselmeye başlamıştı ki sarsılmıştım. Sanki peşinden gitsem ve o ahşap kapıların ardına sığınsam baki olduğunu sandığım acılar kaybolacaktı.

"Proton ve nötronların atomaltı parçacıklar oluşu gibi gözyaşları da ruhaltı parçacıklar sayılır. Biraz tuz, biraz su, bir parça da hüzün... Bir ruh ve bir gözyaşı."

Bakışlarımı ona çevirdiğimde karşıdaki ahşap kapıları seyrediyordu. Benim göğsümde topladığım bacaklarımın aksine uzatarak oturmuştu ayaklarını. Yüzümü silmeden "Nerede kaldın?" diye sordum. Sesim kalbim kadar kırgındı. Bana çevirmedi yüzünü sadece karşıya bakmaya devam etti. Neden sonar "Geç kaldım." dedi umarsızca. Açıklama yapmadı. Beni ne kadar mahvettiğini bilmeden öylece söyleyiverdi.

Acıyla gülümsedim ama görmedi.

"Neredeydin Malik?" Gözyaşlarım iyice hızlanırken sadece onun yüzüne bakıyordum. Günlerdir görmediğim ve özleminden öldüğüm yüzüne. "Neden gelmedin?" Yavaşça bakışlarını, o katran karası bakışlarını, yüzüme çevirdi. Ama bir şey söylemedi. Ağlama bile demedi bana. Teselli etmedi. Öylece gözleri milyonlarca acıyla doluyken benim yanaklarımdan akan ruhaltı parçacıkları seyretti.

O gün bütün ruhumu ağladığımı sanıyorum.  

*

Yeterince ruhaltı parçacık saçıp sakinleştiğimde "Gel." dedi. Ayağa kalkıp yürümeye başladı. Ben de yüzümü koluma silip ayağa kalktım ve peşine düştüm. Ahşap kapıların önüne varıp bana döndüğünde ne yapmaya çalıştığını anladığımdan gözlerim büyüdü. "Saçmalama Malik." diye atıldım. "İçeri giremem."

Sırıttı. "Nedenmiş o?"

"Şimdiye kadar hiç girmedim."

Tek kaşını kaldırıp "Yani?" diye sordu. Bir yandan da bir ayakkabısının ucuyla diğerinin arkasını tutup topuklarını ayakkabılarından çıkarmaya başlamıştı.

"Yanisi halime bak Malik." dedim iki elimle baştan aşağı kendimi işaret ederek. "İçeri girebilecek gibi bir halim var mı?"

"Yok mu?" Bu gevşek hali bana kafayı yedirtirken oflayıp gitmek üzere arkamı döndüm. Şaka mıydı? Üstümdeki kotla ve basit bluzle içeriye girmenin saygısızlık olacağını göremiyor muydu?

"İçeri girmek istediğini ikimiz de biliyoruz. Hem şimdiye kadar mescidde adam yediklerini de duymadım. Görünmeden girer çıkarız."

Duraksadım. Gerçekten de uzun bir zamandır önünden geçtiğim camileri merak ediyor ve içeriyi görmek istiyordum fakat hiç cesaret edememiştim. Omzumun üstünden geriye baktım. Malik üstündeki kapşonlu kazağı çıkarıp bana uzattı. Üzerinde kazağın içine giydiği füme rengi bir tişört vardı. İlk anda elindeki lacivert kıyafete anlayamayarak baktım.

"Madem çok takıyorsun al, bununla saçlarını kapatırsan sorun kalmaz."

Uzattığı kazağı elbette kabul etmek istiyordum ama nedense utanmıştım ve olumsuz manada kafamı sallayıp eşiğin önüne geçtim. Yanımda dikiliyordu. Hızla ayakkabılarımı çıkarıp içeriye girdim. O kazağını yeniden giyinirken ben ayakkabımı raflardan birine koydum. Sonra da peşinden yürümeye başladım. Bir çift ahşap kapıyı daha geçmiştik ki gözüm kenardaki küçük bir kapıya ilişti. Aynı anda Malik de parmağıyla orayı işaret edip "Kadınlar kısmı." diye fısıldadı. "İşin bitince ayakkabılarını giyip beni bekle. Namazı kılar gelirim."

Ben daha ne dediğini kavrayamadan yürüyüp gitti. Söylediğini düşünürken Malik'in gösterdiği yerden girip dar merdivenleri çıkmaya başlamıştım. Beynimde Malik ve namaz kılmak bir türlü bir araya gelmiyordu.

Yani çok farklı, marjinal olduğundan falan değil -ki zaten öyle de değildi- sadece şimdiye kadar hiç öyle bir konu geçmemişti aramızda. Hala atamadığım şaşkınlığımla merdivenlerin tepesine ulaştığımda asma kat gibi bir yerde bulmuştum kendimi. Zemin boydan boya halıyla kaplıydı ve bittiği noktada kısa bir duvarla sanki esas mescide bakan bir balkonu andırıyordu. Yavaş adımlarla ilerleyip aşağıyı tamamen görebileceğim bir konuma geldiğimde durdum. Bütün mecidi aydınlatan büyük avize pırıl pırıl parlıyori duvardaki hatlara mistik bir hava katıyordu. Içerisi fazlasıyla sukunetliydi. 

Aşağıda dolaşan bakışlarım ilk önce en ilerideki çizgilerden birinin ortasında duran yaşlı dedeye takıldı. Başındaki beyaz sarığı ve sırtındaki siyah cübbesi ile dimdik duruyordu. Önce "Allahu Ekber." diyerek ellerini kulaklarının hizasına kadar kadırdı ve sonrasında kollarını önüne götürdü. Tam arkasında bulunduğım için daha fazlasını göremiyordum ama bakışlarımı ondan aldığımda çok daha gerilerdeki ikinci bir bedene takıldı bakışlarım.

Malik de aynı o yaşlı adam gibi önce ellerini kulaklarının hizasına kaldırdı, yüzünü yere eğip "Allahu Ekber." dedi ve sonrasında tam bir teslimiyetle namaza durdu.



Kız Kardeşime MektuplarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin