Her şey başa sarıyordu sürekli.
Sanki kısır bir döngünün içine hapsedilmiştim ve yaptığım her hareketin sonucu aynı yola çıkıyordu. Neden diye düşünmeyi uzun süre önce bırakmam gerekiyordu, fakat bir türlü kendime söz geçiremiyordum. Yani dünyada milyonlarca insan varken neden en olur olmaz şeyler beni buluyordu? Sürekli bunu sorgulayıp duruyordum. Buna dur demem gerektiğini biliyordum ama huylu huyundan vazgeçemiyordu işte.
Derin bir iç çekip bedenimdeki tüm acıya rağmen sırtımı taş duvara yasladım ve bıkkınca pislikten kararmış ve yer yer çamurlaşmış zemine, ardından hemen solumdaki paslanmış demir parmaklıklara baktım. Yine kapana kısılmış bir fare rolüne bürünmüştüm ve yine pis ve kasvetli bir hücreye hapsedilmiştim. Karanlık vadide bir düzine hücre olmalıydı çünkü burası, buraya ilk geldiğimde hapsedildiğim hücreden çok farklıydı. Daha çok Marcus'un düşmanlarını hapsetmeyi tercih edeceği türde bir yerdi. Karanlık vadide olmasak bizi yakalayan kişinin o olduğunu bile düşünebilirdim ama emindi ki o da yakında ortaya çıkardı.
Marcus'un hücresi daha konforluydu diye geçirdim içimden sessizce. Bu hücremde tuvalet bile yoktu. Sağımda kalan hücre duvarının köşesinde birikmiş dışkı yığınından anladığım kadarıyla tuvalete gitme gibi bir şansım da yoktu. Diğer hücrelerde de olmadığından emindim.
Yüzümü buruştururken gözlerimi yine etrafımda gezdirmeye başladım. Burası geniş bir bodrum kata benziyordu ve karşılıklı beşer hücrelerden oluşan toplamda on hücreyi içinde barındırıyordu. Sürüklenerek buraya getirildiğim an gözüm hücrelere kaymış, içeride birileri olup olmadığına kontrol etmiştim. Elbette bizden başka kimse yoktu.
Derin bir nefes çektim ciğerlerime, göğsüm acıyla bağırsa da umursamadım. Hiç değilse tamamen dört duvar arasında sıkışıp kalmamıştım. Demir parmaklıkların hemen ardında, tavanı süsleyen beyaz loş ışık hücreyi az çok aydınlatıyordu. Her yeri aydınlatmıyordu ama tamamen karanlığına da mahkum etmiyordu. Belki de bu yüzden hala korkum beni yerle bir etmemişti. Ah, korkuyordum elbette ama henüz Galina'yı görmediğime göre korkum en üst seviyede değildi.
Bakışlarım dışkı yığınına çevrilince tiksintiyle gözümü kapattım ve sakinleşmeye çalıştım. Ağrıyan kaburgalarım ve acıyla kasılan yüzüm bile olağan durumu düşünmemi engelleyemiyordu. Elimi kaldırıp acıyan alnıma yavaşça dokundum, şişmişti. Göğsümün ne derecede hasar aldığını kavrayamıyordum. Hala koruyucu yelek üzerimdeydi ve onu çıkartmak istemiyordum. Bu yüzden göğsümün çokta kötü bir durumda olmadığını umut etmekten başka çarem kalmıyordu. Tabii kötü durumda olsa bile burada yapabileceğim bir şey de yoktu.
Kafamı geriye, arkamdaki hücre duvarına yasladım. Oturduğum yerde öylece duruyor ve mümkün olduğunca karşı hücreme bakmamaya çalışıyordum. Buraya getirildiğimizde Mike oraya hapsedilmişti ama neredeyse yarım saat önce bir kaç adam gelip onu almıştı. Nereye götürdüklerini elbette söylememişlerdi fakat içten içe biliyordum, onu sorguluyorlardı. Nasıl sorgulandığı hakkında birkaç teorim vardı. Bu teorilerin hepside fazlasıyla acı içeriyordu.
Kaşlarımı ister istemez çattım, onlar Marcus'un adamları mıydı yoksa yeni bir düşman daha mı katılmıştı oyuna? Bunu ancak zamanla öğrenebilecektim ya da adam aptalsa beni sorgularken gevezelik edip her şeyi kendi kendine anlatacaktı. Tabii acı çekerken o anlattıklarını ne kadar umursardım bilemiyorum fakat hiç değilse birkaç şey kapardım herhalde.
Demir parmaklıkların sol alt köşesinde bir kıpırtı hissedince dikkatim anında oraya çevrildi. Hareketlenmenin olduğu yere baktığım anda büyük ve kirli bir el görüş alanıma girdi. El hafifçe sallanıyor, sanki dikkat çekmeye çalışıyordu. O elin kime ait olduğunu biliyordum, bu Rex'di. O da solumda yer alan hücreye kapatılmıştı. Açıkçası onu benden uzağa, en sondaki hücreye hapsetmedikleri için mutluydum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KUKLA: Y.A.K ( -TAMAMLANDI- )
AksiNot: Kukla serisinin ikinci kitabıdır. Önce ''Kukla: Y.E.M'' adlı hikayeyi okuyunuz. Yeraltı iyice karıştı. Seçim günü YAK saldırıya uğradı ve kaçırıldım. Benden ne istediklerini ya da onlara ne verebileceğimi bilmiyordum. Neden orada olduğum hakkı...