On birinci Bölüm

4.2K 422 212
                                    

İşten dönüp eve yürürken Cafer'le karşılaşıyoruz. Uzun yoldan geldiği için üstü başı dağınık, ne zaman bana böyle yakalansa utançla saklanacak yer arıyor. Sıkılgan bir ifadeyle bana bakıp gözlerini kaçırıyor. Onun beni herkesten çok görüp hiç görmüyormuş gibi davranmalarını, herkesten çok beni duyup hiç dinlemiyormuş gibi yapmasını o kadar iyi biliyorum ki, bir süre sonra bu duruma alıştığımı fark ediyorum. Ne yazık ki onunla  sonucunu değiştiremediğim tek taraflı bir aşk hikayesinin kahramanlarıyız. Ona üzülüyor olsam da, onu kırmamak için çabalasam da bir türlü onu benden vazgeçiremiyorum.

"Kaç senedir bu iştesin, hâlâ böyle kaçacak delik aramıyor musun, hayret bir şey! Yabancı mıyız biz!"

Bana bakıyor tebessümle, "Yabancı olur musun hiç! Yakınsın..."

Bana o kadar uzun bakıyor ki gözlerini kaçıran bu sefer o değil ben oluyorum. "Sende bir farklılık var, Zühre... İlk defa gözlerinin bir başka parladığını görüyorum."

"Öyle mi?"

"Eşref'le mi?" Diye soruyor, sorumu duymazdan gelerek.

Başımı olumlu anlamına gelecek şekilde sallamakla yetiniyorum. Saklamak neyi değiştirir ki?

"Şaşırdım." Diyor. Böyle deyince, birden sinirleniveriyorum. Hayret edecek ne var ki bunda? Ben aşık olamaz mıyım? Benim bir kalbim yok mu?

"O gece sarhoşken saçmaladıklarından sonra haklısın, bir araya gelmemiz şaşırılacak bir durum. Neyse ki geçmişi sorun etmeyecek kadar olgunluğa erişmişiz ikimiz de."

Kızarıyor, onları duymuş olmamdan çok belki de bunu yüzüne vurmamın utancını yaşıyordur.

"İntihara teşebbüs ettiğimi ona neden söyledin?"

Çok gurur duyulacak bir şey yapmamıştım, bu yüzden bu utancımı kendime saklamayı tercih ediyordum. Ama Cafer Bey bana bu konuda şans tanımayı uygun bulmadı.

Bana yaşamak için danışmadılar, ölmek için de kimseden izin almadım elbette. O zamanlar bana intihar bir seçim gibi gelmişti; celladın gözlerine nasıl bakmak istediğinizle alakalı bir durum... Ben o gözlere korkusuzca bakabilmek için kürsüyü yardım almaksızın devirmeyi seçtim.

Eğer başkaları tarafından öldürülüp bir kurban olarak birilerinin affını hak edeceksem, istemiyorum diye düşünmüştüm. Bu trajedi dolu ömrüme yakışacak tek son fiyakalı bir ölümdü. Zamanım olsaydı daha iyisini de yapardım belki; birkaç kelimelik bir mektup, kollardaki daha ustaca çizilmiş iki yarık ve mutlu son...

Yağan yağmuru izler gibi, dakikalarca izledim kanımı, her bir damlada yere düşüşünü... Sanki o düştükçe ben yükseldim... Kanım eksildikçe ben çoğaldım. İzlerken dünyaya duyduğum öfke dindi, ölüm beni sarmalıyor sandım. Mutluydum.

Aptaldım, maalesef çok aptaldım.

Uykudan uyandığımda bir hastane odasındaydım ve dünyam aynı yıkıklığı ile duruyordu. Üstelik herkes ölmediğim için de biraz sıkıntılı gibiydi. O an anladım, ölümüm benim değil onlar için bir kurtuluştu. Ve ben bu kurtuluşu onlara altın tabakta sunmaya kalkışmıştım.

"Ona bu mahalleye nasıl geldiğini anlattığım için mi kızgınsın? İntihara teşebbüs ettiğini, nasıl zor günler geçirdiğini bilmesini istemiyordun. Halbuki insanlar, sevdiklerine yaralarını göstermekten kaçınmazlar, Zühre. Bilakis, en başta yaralar sergilenir ki, canını o sevdiği yakamasın, en çok o merhamet etsin..."

"Benim merhamete ihtiyacım yok."

Başını eğiyor, kaşları çatılıyor. Kasılan yüzünün, başını kaldırıp baktığında gevşeyişini izliyorum. "Benim var ama... Sevgimi görmezden geliyorsun. Yıllardır hem de. Neden?"

NamusHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin