On beşinci Bölüm

4.2K 457 102
                                    

Yol bitmek bilmiyor. Ona varıncaya dek uzayıp giden yolları mürekkep görmemiş kâğıt belleyip  kavuşma heyecanımı, coşkumu, tez canlılığımı doyasıya yazabilmek isterdim. Yazdıkça tüketerek yolları, her ağaca, her durağa, her yola bir duygu kırıntısı bırakmak mümkün olabilseydi... Otobüs terminallerinin ıslak kaldırımlarına kazınmış veda hüzünlerini kavuşma hazlarıyla değiştirsem, ayrılmanın ağır yükünü vuslat ihtimaliyle hafifletebilsem...

Bütün yarım kalmış hikayeleri mutlu sonla noktalayabilmek bana kalsaydı misal... Böyle hissetmeme de şaşırılmamalı, zira bütün kirli yüzleri pirüpak edecek kudret, nasırlı elleri rahata erdirecek bir duanın neticesi gibiydi o telefon konuşması. Hastane kapısında müjde bekleyen ne kadar hasta yakını varsa bir anda istediği sözleri duymuş da derin bir soluk almış gibi...

Sömürge altında bir halk özgürlüğünü ilan etti mesela iki gün önce. Bir savaş sona erdi, o gün dünya üzerinde hiçbir çocuk ölmedi, hiçbir kadın ağlamadı sanki. Sanki bütün güzellikler tam olarak o telefon sesiyle başladı...

Bir şair bir zamanlar buna benzer bir söz etmiş, "Ne demek biliyor musun bir insanı sevmek, birden dünyada kötü insan kalmıyor."

Her şey önceden bana acıyla var olur gibi geliyordu. Dünyaya bir vajinayı parçalayarak geliyordu bir bebek örneğin. Yağmur yağmadan önce gök çatırdıyormuşçasına gürlüyordu. Bahardan önce ölüyordu doğa, daha sağlıklı olsun diye dalları budanıyor hatta bazen kökünden kesiliyordu ağaçların. Anka kuşunun yeniden doğması için önce küle dönmesi gerekiyordu.

Bütün olağanüstü olaylar bir felaketten sonra meydana gelir. İşte Eşref'in de gelişi de öyle oldu.

Sanki günler sürecek bir işkenceye dönüşen yol nihayet bitiyor.

Terminalde beni Oğuz karşılıyor. Bir hoş geldin sarılmasının ardından zayıflamışsın diye  bir lakırdı fırlıyor ağzından, önemsemiyorum. Evine davet ediyor beni. Elimdeki ağır çantayı alıyor. Yol boyunca beni gördüğüne ne kadar sevindiğini, kaç gün kalacağımı soruyor.

"Akşam İzmir'e döneceğim. Burada bir işim vardı, geçerken sana da uğradım."

Gözlerini kısarak bana bakıyor, "Burada bir işin vardı..." Bir yorum yapmadan bana bakıyor. Ev arkadaşları evde değilmiş, içeri girip rahatça evini inceleme imkanım oluyor. Tipik bir öğrenci evi olsa da beklediğimden daha düzenli bulduğumu itiraf etmeliyim. Bir köşeye koyduğu çantaya uzanıp onun için hazırladığım birkaç saklama kabını oturma odasındaki masanın üzerine bırakıyorum. "Burada biraz yemek var. Sarma, içli köfte falan. Şu poşetin içinde de boyoz var, arkadaşlarınızla birlikte yerseniz."

Önce gösterdiğim kaplara bakıp sonra hala boşaltmamış olduğum çantaya göz atıyor. "Onları geri mi götüreceksin?" Diye soruyor ağzımı arayarak.

Gözlerimi kaçırıyorum, bu açıklamayı yapmaya beni mecbur bırakan merakına sövüyorum içten içe. "Bir arkadaşıma yaptım ben onları. Sen kendininkileri ye, gerisine de karışma."

"Parmağına şu yüzüğü takan adama mı bunlar?"

Huzursuzca parmağımdaki yüzüğe dokunuyorum. "Gözünden de hiçbir şey kaçmıyor."

"Kaçmaz." Deyip sırıtıyor, "Kim bu herif? Ankaralı mı? Değilse ne işi varmış burada?"

İç geçirip kanepenin bir kenarına atıyorum. Karşımdaki koltuğa geçip gözlerini üzerime dikmeye devam ediyor. "Abla konuşacak mısın? Vallahi gözümde parlak takım elbiseli pavyon şarkıcıları canlanıyor."

Gülüyorum, nedense benimle bu kadar ilgilenmesi bir parça hoşuma gidiyor. "Ankaralı değil, Karslı. Askerliğini burada yapıyor, o yüzden ona da yemek getirdim. İzmir'de tanıştık biz, yüksek lisansı bitince askere gitti."

NamusHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin