Gözlerimi ağır ağır açtım. Etrafımı kısa bir an bulanık görsem de görüşüm daha sonra netleşti. Ciğerlerime dolan hastane kokusuyla yüzümü buruşturdum. Kendimi o kadar bitkin hissediyordum ki... Sanki toprağın altından çıkmış ölü bir ruhtum. Üzerimden kamyon geçmişçesine yorgundum. Ama uyanmak zorundaydım. Kalkmak zorundaydım. Üzerime binen bu ağırlıktan kurtulmak zorundaydım. Yaşamaya devam etmek için mücadele etmek zorundaydım.
Koluma bağlanan serumu çıkarttım ve hasta yatağında doğruldum. Kısa bir süre çıplak ayaklarımla toz toprak içerisinde kalmış ayakkabılarımı aradım, bulduğumda giydim. Ölü gibiydim ama yaşamak için mücadele eden bir ölü. Her ne kadar aklıma getirmek istemesem de o kötü anılar zihnimde bir yanıp bir sönen ampul gibi beliriyordu. Gözümü her kapayışımda karşımda Alper beliriyordu.
Yanaklarımdan süzülen yaşları elimin tersiyle sildim ve derin bir nefes alıp tavana baktım. Güçlü olmalıydım. Alper artık yoktu, evet, ama artık daha güçlü olmak zorundaydım. Çünkü kanadının altına sığınabileceğim insanı kaybetmiştim.
Gözlerimin tekrar dolduğunu fark ettiğimde sımsıkı yumdum ve derince soluklandım. Sakin kalmalıydım. Bunu başarabilirdim. Bunu aşabilirdim.
Ayağa kalktım, dimdik durdum. Saçlarımı düzelttim, yatmaktan kırışan gömleğimin eteklerini pantolonumun içine teptim ve kemerimin kayan tokasını düzelttim. Üzerime de koltuğun üzerinde duran siyah montumu giydim ve kendimi hazır hissettiğimde odanın kapısını açtım. Başımı uzattığımda beni uzunca bir hastane koridoru karşıladı. Gelen geçen hemşireler, doktorlar, hastalar arasında kaybolarcasına yürümeye başladım.
Kulaklarım uğulduyordu ama yüreğimdeki sessizlik sağır ediciydi. Aklımı kaybediyor olmalıydım. Her şey, herkes geçip gidiyordu yanımdan. Yüreğimden pare pare kopan anılarımın üstüne basa basa ilerliyordum şimdi.
Üzerimdeki monta mümkünâtı varmış gibi daha da sarılıp hastane bahçesine çıktığımda yağmurun yağıyor olduğunu yeni fark ettim. Yüzüme dokunurcasına çarpan damlalar, bir bir süzülüyordu şakaklarımdan. Ellerimi açıp gökyüzünün boz rengine diktim gözlerimi. Hava pusluydu, zihnimin içindeki hatıralar gibi. Yüreğim buruktu, yere düşen yağmur damlaları gibi. Ve ben bir ölüydüm, toprağın altındaki cansız bedenler gibi.
Gözyaşlarım yağmurla karışıp akarken bir elin ağırlığını omzumda hissettim. Gözlerimi açamayacak kadar, kimin olduğunu soramayacak kadar yorgundum. Sadece ağlamaya devam ettim.
"Hastalanacaksınız, içeri girelim." dedi yağan yağmurun gürültüsü arasından.
Gözlerimi ağır ağır açtım ve daha da bozlaşmış göğe baktım. Sonra ona döndüm, Asker'e. Yüzünde siyah peçesi yoktu. Yılların izleri, yüzüne işlemişti. Kısa saçları, tıraş losyonu kokan pürüzsüz yüzü ve sert mizacıyla her an bana emirler yağdıracakmış gibi duruyordu. Derin bir nefes verdim o hâlen daha bana bakmayı sürdürürken.
"Yağmur günahlarımı su ile akıp götürebilecek mi? Vicdanımı bir nebze de olsun rahatlatabilecek miyim, Asker?"
Dişlerini kenetledi, kaşlarını daha da mümkünâtı varmışçasına çattı.
"Sizin bir suçunuz yok, kendinizi suçlamayı kesin."
Başımı iki yana sallarken: "Hepsi benim suçum. Ben izin verdim, ben itaat ettim, ben onun bile bile ölmesine müsaade ettim." diye fısıldadım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ZAHTER
Romance"Zahter..." diye mırıldandı tüylerimi ürpertirken. "Zahter kokuyor saçların." Yutkundum ve çakır gözlerine bakmayı sürdürdüm derinliğinde boğulmamak için direnirken. Tek kelime dahi firar edemedi dudaklarımın arasından. Sadece gözlerine bakıyor ve b...