11. BÖLÜM

13.9K 745 61
                                        

Yıldırım'ı o günden sonra bir daha hiç görmemiştim. Ona ulaşabilmem imkânsızdı çünkü sadece ismini biliyordum. Ki genelde beni bulan da o oluyordu. Benimse şu durumda onun beni bulmasını ummaktan başka bir çarem yoktu.

Birkaç hafta bu şekilde sürmüştü. Annemler de İstanbul'a dönmüşlerdi. Dönünceye dek ben de geleyim diye beni ikna etmeye çalışmışlardı ama onlara hâlen daha kırgın olduğum gerçeği ve kendime verdiğim sözlerin ağırlığı sebebiyle reddetmiştim. Çünkü burada olmak, bana daha anlamlı gelmeye başlamıştı. Sanki burada öğretmenlik yapmaya gerçekten başlamış gibiydim. Her şey daha olumlu geliyordu. Öğrencilerimle yoğun bir tempo içerisinde üniversite sınavına hazırlanıyorduk. Mümkün olduğunca onlara ulaşıyor ve ders çalışma tempolarının düşmemesi için elimden gelen her şeyi yapmaya çabalıyordum.

Sınav adım adım yaklaşıyordu dolayısıyla Yorgun Savaşçılarım -evet, onlara bu şekilde sesleniyordum ve bir nebze de olsa onları mutlu edebiliyordum- streslilerdi. Ben de onlara moral olması adına Müdür Bey'le konuşup bahar şenliği yapılması konusunda ricada bulunmuştum. Ve ilk günkü atışmamızdan sonra âdetâ bir sevgi pıtırcığına dönüşen Müdür Bey, seve seve kabul etmişti teklifimi. Üstelik şube öğretmenler kurulu toplantısında bu fikrimi herkese sunmuştu. Öğretmen arkadaşlar da, sağ olsunlar, destek çıkmışlardı.

İşte bugün, öğrencilerime bu güzel haberi verecektim. Bir günlüğüne olsun sınavı düşünmeden gülsünler, oynasınlar istiyordum. Sınav yüzünden konuştukları tek konu denemelerdeki netleri olmaya başlamıştı. Her deneme çıkışında ağlayan, oflayan öğrencilerimi görüyordum. Bir sınavı resmen hayatlarının merkezine koymuşlardı. Sınavın öneminin farkında olmaları pekâlâ iyi, evet, ancak bu denli kendilerini paralamaları üzücüydü. Onlara bir şey olacak diye korkuyordum. Çünkü içlerinde: "Sınavı kazanamazsam hayatım biter." düşüncesinde boğulanlar vardı. Daha on sekiz yaşında olan çocuklara bu kadar baskı uygulamak ne kadar doğrudur, tartışılır. Lâkin her ne olursa olsun, insanız biz. Hata da yaparız, düştüğümüzde kalkmayı da biliriz. Zaten hata yapa yapa öğreniriz doğruları. Anamızın karnından kusursuz doğmadık ki!

Fakat bu yaştaki çocuklara: "Anı yaşa!" demektense: "Otur, çalışacağın konuları ayarla, günlerini planla, kaç ayda tamamlayacaksın onu düşün, günde şu kadar saat ders çalışmak zorundasın." diyoruz. Etik değil, insanca hiç değil!

Çocuklarımın yüzlerine bakıyorum: Uykusuzluktan göz altları morarmış, torbalaşmış. Benizleri beyazlamış. Saçlarına ak düşenler bile var! Daha on sekiz yaşında bunca stresi kaldırabilecek mi o narin bedenin? Görecek, keşfedecek, öğrenecek onca şey varken dört duvar arasına kapanıp hayat kaliteni belirleyecek üniversiteyi veyahut bölümü kazanabilmen için gereken formülleri aklına kazımak, içler acısı değil de nedir?

Biz böyle konuşuruz. Eleştiririz hattâ küfrederiz. Belki de kavga ederiz. Ama değiştirmek elimizden gelmeyecek, ne anlamı var ki? Sonuçta bu çocuklar üniversiteye girebilmek için yine de bu sınava girmek zorundalar mı? Evet.

Ben de bunun sorumluluğunun bilincindeyim. Öğrencilerimi bu yönde geliştirmekle mükellefim. Ve çocuklarım ne kadar mutlu olurlarsa o kadar verimli olurlar. Bunu bildiğim için de onlarla çok eğleneceğiz.

12/B'ye girdim. Hepsi birbirinden güzel çocuklarıma tek tek baktım ve gülümseyerek: "Günaydın Yorgun Savaşçılarım!" dedim. Hepsi birden sağ ol! dedi lâkin sesleri çok cılızdı. Dudağımı büzüp: "E hadi ama biraz canlanın. Siz benim Yorgun ama Güçlü Savaşçılarımsınız. Hadi bir kez daha: Günaydın!" dediğimde hepsi gülümseyerek gür bir şekilde sağ ol! dedi.

İşte bu! dercesine ellerimle onları gösterdim ve oturmalarını söyledim. Defteri doldurup yoklamayı aldıktan sonra: "Gençler, size bir duyuru yapmam gerekiyor." deyip kalemimin kapağını kapatıp kenara koydum. Hepsi pür dikkat bana bakıyordu.

ZAHTERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin