Günlerden cumartesiydi.
Arabanın içinde otururken güneşin yüksek tepelerin ardından doğuşunu seyrediyordum. Karanlık yerini yavaşça mavinin bir çok tonuna bıraktıktan sonra hafifçe güneşin kan kırmızısı rengine ev sahipliği yaptı. Bu boş ovaların üstünü örten gökyüzü iki rengin birbirinden olan farkını ayırt etmeye yarayacak bir şekilde tamamen aydınlandı. Ve at arabası tanıdık yollara geldiğinde, East Town sessizliğiyle ve sadeliğiyle kendini gösterdi.
Bütün köy halkı uykuda, penceresi açık olan tek ev yoktu.
Arabadan inerken yanıma aldığım tek çantamın içinde neredeyse hiçbir şey yoktu.
Şapkamı açık bıraktığım saçlarımı kapatmak için taktığımda rüzgar oldukça hissedilir bir şekilde esmekteydi. Yürümeye başladığımda aniden düşünceler zihnimi doldurmaya başladı. Olmak istediğim yerin East Town'dan farkını net bir biçimde görebilmek hoşuma gitmiyordu. Bu sessiz ve küçük köy, kendi halinde, yaşamının kıymetini bilmeyenler için seçilmiş adeta bir hapishaneye benziyordu. Yaşam dolu ve eşsiz Lavender Hills günlerinin bir tanesi bile burada yaşanmazdı. Gökkuşağının yedi kusursuz rengini ayırt edebilmek orada mümkünken burada sadece grinin ve siyahın tonlarını seçebiliyorduk. Sürekli yağan yağmurlar bizi Tanrı'nın cezalandırma şekliydi.
Evimizin birçok rengi barındıran çiçek dolu bahçesine ulaştığımda gözlerim ilk olarak onu seçti; Leia her zamanki gibi ev kapısının önündeydi ve dikkatini kapıyı açmamla beraber içeri giren bu yabancıya vermişti.
Öncelikle birkaç dakikamı ona ayırarak özlemimizi giderdim, onu eve alabilmenin mümkün olacağını tahmin etmiyordum.
Ortam sessizdi, bu sessizliği bölen tek şey Leia'nın mırıldanmalarından ibaretti. Birkaç dakika sonra önümdeki geniş, tahta kapıyı çaldım. Merdivenlerden gelen ayak seslerinin ardından kapı açıldı. Annem üzerinde geceliğiyle ve uykudan arınmamış gözleriyle yüzüme baktı. Odağını netleştirdiğinde ise dudakları yukarı doğru kıvrıldı, kolları beni çevrelerken onu özlediğimi hissettim. Anne kokusu tarif edilemez bir şekilde güzeldi, huzur dolu, güvenliydi.
"Hoşgeldin."
İçeriye geçtiğimiz anda ilk iş olarak önceden kırılmış odunları şömineye yerleştirmeye başlayan annem hızlıca bir ateş yaktı. Evden ayrılalı bir hafta olmuştu fakat bu ev şimdiden yabancı gelmeye başlamıştı. Koyu renk tahtalar mobilyalarla beraber iç karartıcı bir hava oluşturuyordu. Salon fazla kalabalık, göz yorucu eşya çoktu.
Her ne olursa olsun doğup büyüdüğüm bu evin anlamı benim için farklıydı. Ait olduğum her şey buradaydı. Gözyaşlarım, heyecanlarım, endişelerim ve mutluluğum buradaki her bir nesnede izler bırakmıştı.
"Nasıl geçti yolculuğun?" dediğinde karşımdaki koltuğa geçmiş annem üzerindeki geceliğin iplerini sıktı.
"Güzeldi." dedim ve bakışlarım merdivenlere kaydı. "Babam uyuyor mu?"
"Evet, bugün izin aldı." Annem başını iki yana sallamaya başladığında yüzündeki ifade canımı sıkmıştı. "Uyumak ister misin, hayatım?"
"Sanmıyorum anne. Sen uyuyabilirsin." diyerek pelerinimi çıkardım.
"Sen dinlen, ben çay hazırlayacağım." Odadan hızla çıkarak mutfağa doğru ilerledi. Bir süre sonra fincanların çıkardığı o tok sesler duyulmaya başladı ve dolaplar açılıp kapandı.
Annemi beklerken şöminenin yanından kalktım, kendimi camın önüne doğru yönlendirdiğimde dışarının tamamen aydınlanmış olduğunu gördüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lavender Hills
Fanfic2021 Watty Fanfiction ve En İyi Karakterler Ödülleri kazananı. Tepelerini çevreleyen lavanta çiçeklerinin isim verdiği bir şehre ait olmaya çalışanların hikayesi. Lavanta Tepeleri, 1800lü yıllarda yaşayan karakterlerinin hayatlarını dram ağırlıklı b...