Bölüm 26

577 61 10
                                    

Gözlerimi açtığımda pencereden odanın içine doğru süzülen ve günü dakika dakika aydınlatmaya başlayan açık mavimsi bir gün ışığı kendini belli ediyordu.

Bedenimde hissettiğim bir sıcaklık ise kendine gelmeye başlayan zihnimle beraber daha çok hissedilir oluyordu ve saç diplerimdeki teri yavaşça fark edebiliyordum.

Tom'un beni bıraktıktan sonra yatakhaneye koşarak girişimi ve hızlı hareketlerle üzerimi değiştirdikten sonra kendimi yatağıma attığımı hatırlıyordum. Hasta olup olmadığımdan şüphelenen Mystery endişeli sorularıyla saat saat beni sorguluyordu fakat yaptığım tek şey "İyiyim." demek ve kendimi uykunun kucağına bırakmaya çalışmaktı.
Ondan özür dilemeliydim.

Yattığım yerden doğrulurken bedenimdeki yorgunluğun yok olduğunu fark etmiştim, bunun aksini iddia eden zihnim ise karmakarışıktı, merak içinde kavruluyordu.

Alex, neredeydi şimdi?

İngiltere'yi çoktan aşmış, okyanusun üzerinde hiç görünmeyecekmiş gibi ama var olan bir kıtaya doğru gidiyordu. Aramızda mesafelerin de ötesi vardı ve zaman geçtikçe artıyordu. Bu, hatırladıkça kalbimi sızlatan bir gerçekti.

Soğuk zemini ayaklarımın altında hissettiğimde uzanarak komidinin çekmecesini açmıştım. Okunmak için can atan bir mektubum daha vardı ve ailemden gelmişti.

Ayağıma geçirdiğim düz taban ayakkabılarım ve üzerime aldığım ince hırkadan sonra mektubu bu ince hırkanın cebine koyarak sessiz adımlarla odadan çıktım. Koridordaki yoğun sessizlikte fark edilmemek için hareketlerimi yavaş ve acelesiz tutmaya özen gösterdim. Adımlarım nereye gideceğini biliyordu, kalbim çoktan özlem duygusuyla yanıp tutuşurken zihnim ona anılarla dolu bir yer sunmuştu.

Merdivenleri inerken tuttuğum tırabzanlar neredeyse sönmek üzere olan şamdanlar ile aydınlatılmıştı, zemin ise ışığın eksikliği nedeniyle koyu bir çukuru andırıyordu. Holden geçerken gözlerimi büyük pencerelerin üzerinde dolaştırmıştım; rüzgarı ve uğultusunu hafifçe duyabiliyordum.

Gökyüzü aydınlanıyordu. Ağaçlardaki yapraklar ve onların birbirlerine sürtünmeleriyle ortaya çıkan ses işitiliyordu. Kuşlar sohbet etmeye çoktan başlamıştı.

Uzun koridorun sonuna yaklaştığımda toplantı odası olarak kullanılan ve genellikle kapısının açık tutulduğu oda görüş açıma girmişti. Kapının önüne geldiğimde gözlerim sessiz ve uzun koridorda arayışa çıkmıştı. Bu kez peşimden gelecek kimse yoktu.

Kolu çevirdim.

İçerideki büyük masa, piyano ve kitaplık önceden geldiğim gibi duruyordu. Yerleri değiştirilmemişti ya da kullanıldığına dair bir belirti de yoktu.

Pencerelerdeki uzun, beyaz tüller zihnime tatlı bir anıyı yerleştirmişti. Rüzgar sertçe estiğinde yağmur damlaları bu rüzgarla içeriye doluyor, bedenlerimizi sırılsıklam ediyor ve kendi kokusunu onun kokusuyla birleştiriyordu.
Kalbim delicesine atıyordu.

Alex, neredesin şimdi?

Pencerenin önüne sessiz adımlarla ilerlemeden önce kapıyı tekrar kapattım. Tülleri iki yana açarak odayı daha da aydınlatırken, pencereleri de açarak rüzgarın uğultusunun tadını çıkarmaya karar verdim.

Rüzgar önceki gibi iki yana açılmış perdeleri havalandırdı, sonra yavaşça tenimi okşadı ve ardından da saçlarımı dalgalandırmaya başladı. Soğuk hava hafifçe hissedilir olmaya başlamışken kendimi biraz daha iyi hissettim çünkü cebimdeki mektup alev alev yanıyordu.

Lavender HillsHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin