Yapamıyordu. Allah cezasını versin ki Can'a yazmadan, onu aramadan yapamıyordu ama yapması lazımdı biliyordu. Ona biraz zaman vermesi lazımdı. Bahaneyle de yaptığı eşekliği düzeltmenin yollarını aramalıydı.
Daha bir kaç dakika önce geniş yatağına fırlattığı telefonunu tekrar eline aldı. Resmen ecel terleri döküyordu. Hırsla merdivenlerden indi ve annesine dışarı çıktığını söyleyerek portmantodan siyah kabanını alarak kendini yağmurlu havaya attı.
Normalde Can bu saatte derste oluyordu ama bu hafta vizeleri başladığı için bir ümit belki onu görmeyi düşünüyordu. Kavga ettiklerinin -daha doğrusu Can'a saldırışının- üstünden 3 gün geçmişti ve üç gündür onu görme umuduyla erken saatlerde evden çıkıyor akşama kadar mahallede geziyor ama onu göremiyordu.
Normalde konuşmayı seven koyu kahvelerin sahibinin ağzını 3 gündür bıçak açmıyor, zorunda kalmadıkça konuşmuyordu. Yüzü gülmüyor, kemikli çenesi her daim gergin geziyordu. Hal böyle olunca en başta kendi ailesi olmak üzere mahalledekilerin de dikkatini çekmişti bu durum ama Turgut kimseye bir şey demiyor boş gözlerle etrafa bakıyordu.
Ailesi ve komşular Can'la bir sorun olduğunu anlasalar da önyargıları sağolsun sorunun Can kaynaklı olduğunu düşünerek bir aydır ona karşı normal bakan gözleri yine kin bürümüştü. Turgut sayesinde sokakta bile gülen ve yine Turgut sayesinde yavaş yavaş da olsa insanlarla iletişim kurmaya başlamış Can'ı çabuk silmişe benziyorlardı.
Malesef durumun tek farkında olmayan Turgut'tu. Kafası o kadar dağınık, beyni o kadar düşünmekle meşguldü ki şu üç günde kaç kere bardak kırmış, kaç kere bir yerlere takılıp düşmüştü hatırlamıyordu bile. Mahallede ona selam verenlere bile geri dönmüyordu. Duymuyordu ki. Vicdanının o gürültülü sesi bütün sesleri bastırıyor, duymayı imkansız hale getiriyordu.
Tek bir ses hariç. O sesi de şu an duyuyordu zaten.
"Hayır diyorum Alen. Manisa'ya falan gelmeyeceğim."
Turgut bir kaç günde özlediği o berrak, kalın sesi duyduğunda hızla yere eğdiği kafasını kaldırdı. Yukarıdakine şükrederken karşısındaki, telefonla konuşan Can'ı ne kadar özlediğini fark etti.
Arkadaşlık böyle miydi? Bir kaç gün görmeyince bile özlemek miydi? Onun sesini her an, her saniye duymak, onun yanından ayrılmak istememek miydi? Onu her gün görmek için bir uzvunu bile feda edebilecek duruma gelmek miydi?
Hapse girmeden önce de yakın arkadaşları vardı ama 6 yıl boyunca hiçbirini, Can'ı şu üç günde özlediği gibi özlememişti.
Bunları sonra düşünmek için rafa kaldırdı ve adımlarını yavaşlattı. Can'ın onu fark etmesini istemiyordu.
"Hayır kızım ya Turgut'la da iyiyiz. Vizeden çıkınca onunla buluşacağız hatta."
Turgut, adını duyunca duracak gibi olsa da konuşmanın devamına olan merakı ağır basarak yürümeye devam etti. Turgut'la iyiyiz demişti değil mi? İyi falan değillerdi. Hem, konuştuğu kimdi ki kendisini bile biliyordu?
"Aleyna, ben gayet iyiyim. Dersler biraz zorluyor o kadar. Evet, evet bana iyi bakıyor."
Sevgilisi miydi konuştuğu? Lütfen olmasındı. Sebebini bilmiyordu ama olmasındı işte.
"Saçmalama neden? Hayır gerek yok. Hayır ded- tamam be tamam başımı şişirdin, vizelerim bitince Turgut'u Manisa'ya getiririm tanışırsınız olur mu?"
Manisa mı? Tanışmak mı? Kiminle tanışacaktı ki? Ve Allah aşkına bu kız kimdi de bu kadar samimi konuşuyorlardı? Oğuz bitmişti bu kız mı başlamıştı şimdi bir de?