Montumu giyinip her zaman olduğu gibi dışarı çıktım. Artık iş saatinde çıkıp, mesaiye kalmazsam erkenden eve dönüyordum sanki. Keşke laf etmeselerde hep Mahir'in yanında kalsaydım.
Huzurlu sokağa girdiğimde iki tane asker gördüğümde olduğum yerde kasıldım. Nöbet gezen askerler ile göz göze gelince, gözlerimi kaçırdım.
"Komutan bekliyor, hızlı gidelim." postallarının altında ezilen karın sesi kulağıma geliyordu.
Sesler yakınlaşınca adımlarımı hızlandırdım. Onlar önümden geçip giderken, derin bir nefes aldım. Adım sesleri uzaklaşınca bahçeye girdim.
Bahçeye girip direkt tahta kapıya ilerledim. Kapıyı birkaç kere vurduğumda biraz durduktan sonra kapı açıldı. Mahir çatık kaşları ile ilk etrafa, sonrada kafasını biraz aşağı eğerek bakışlarını bana çevirdi.
"O kadar mı kısa boyluyum?" diye sorduğumda, dudaklarının kenarı kıvrıldı.
"Biri..var mı diye.. baktım." dediğinde bende gülümsedim.
Kapıyı benim geçebileceğim kadar açtı, içeri girdiğim an eskiden içeri girdiğimde yüzüme vuran o sıcaklığı hissetmeyince kaşlarımı çattım. Dışarıdan bir farkı yoktu içerisininde.
"Sobayı yakmadın mı?" diye sorduğumda sadece yüzüme baktı. Ben ayakkabımı çıkarırken, Savaş'ın sesini duydum.
"Üşüyorum deyince yakmadı canım abim." bakışlarımı ona çevirdiğimde, oldukça kötü görünüyordu.
Yüzünde her hangi bir iz yoktu ama vücudunda bir dolu iz olduğuna emindim. Elleri hâlâ bağlıydı. Muhtemelen sadece tuvaletten tuvalete çıkarıyordu ipleri.
Mahir'e döndüğümde yüzündeki öfke ile sakinleşmek için çabalıyordu. Kardeşi için sobayı yakmaması hoşuma gitsede kendisi üşütüp hasta olacaktı.
"Sen.. geldin. yakarım.. şimdi." dedi ben bir şey demeden. Son bir kez daha bakıp dışarı çıkacekken durdu.
"Dikkatli ol, dışarısı.. daha soğuk..gelme ama.. bir şey..o-olursa.. seslen." biraz sessiz bir şekilde söylemişti.
"Tamam, merak etme."
O gözlerimin içine derin derin bakıp dışarı çıktı. Dışarı çıktığı an içerisi sanki daha fazla buz kesmişti. Onun varlığının sıcaklığı bile yetermiş, onu fark etmiştim.
Derin bir nefes alıp, arkama döndüğümde Savaş'ın beni incelediğini gördüm. Ona baktığım an, kaşlarım çatıldı. Onun tam önündeki divana oturdum. Düşmana arkamızı dönmemeliydik.
Sessizce otururken o beni inceliyordu. Birkaç dakika sonra odunun kırılma sesi geldi. Muhtemelen kırılmış odunlar bitmişti. Bu seferde ben içeride tekim diye hızlı hızlı kırıp kendisine zarar verir diye düşünürken içim huzursuz olmuştu, ama o dikkatsiz biri değildi.
Onun bakışlarını hissettiğimde ondan korktuğumu düşünmesin diye bende tam gözlerinin içine baktım. Arsız biri olduğu için alaylı bir ifade ile beni izliyordu.
Böyle bir abinin nasıl böyle kardeşi olur diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Türk bayrağının altındaki divanda yatan terörist o kadar garip geliyordu ki bana.
"Neden?" sessizliğin ortasına bir bomba bırakmıştım sanki sesimle. "Neden böyle bir yolu seçtin?"
Kızgın bir tonda konuşmaktan kendimi alamamıştım. Ömür boyu dağlara çıkıp masum insanları katleden insanları anlamayacaktım, aynı dağa çıkmadan da masum insanlara zulüm yapanları anlamayacağım ve affetmeyeceğim gibi.
"Neden.." doğu ağzı çok belli oluyordu. Ama Türkçesi bir o kadar iyiydi. Kelimeleri güzel kullanıyordu, harfleri yutmuyordu. Sadece bastırarak konuşuyordu. "Sen kendi dilini özgürce konuşamamak nedir bilir misin?"
"Yanlışa yanlış yaparak mı bunu düzelteceksin?"
"Yanlış?" diye sordu kaşlarını çatıp.
"Askerleri ve masum sivilleri katletmenizden bahsediyorum. Bunu neden yapıyorsunuz? Hiç mi vicdanınız yok?" diye sorduğumda kafasını eğip hırıltılı bir şekilde güldü, ardından kafasını kaldırıp yeşil gözleri ile gözlerimin içine baktı.
"Bak sana bir şey anlatayım..." dedi 'k', harfini aşırı kalın söylüyordu. Hiçbir şey demeden yüzüne baktım.
"Bir gün dağda oturuyoruz, bizim gerillalardan Şevo var onunla konuşuyoruz. Bize yaptığımız işin ne kadar gururlu ve güzel olduğunu söyleyip bizi tebrik ediyor. Yanımızda on beş yaşında bir çocuk var, onu tebrik etti. Ölse bile bu mücadelede onu hiçbir zaman unutmayacağımızı söyledi..." diye anlatmaya başladı, kaşlarım çatık bir şekilde onu dinliyordum.
"Daha sonra herkes dağıldı, aklıma onunda bir oğlu olduğu gelince oğlunuz nerede diye sordum, yurtdışında okuyor dedi. Benimle biraz daha yakındı, benden bir üstü diyelim. Ona sordum oğlunuz neden buraya gelmiyor, bizimle savaşmıyor? diye... Bana dönüp alayla güldü, benim oğlumun dağ başında ne işi var dedi." söyledikleriyle kaşlarım daha çok çatılmıştı. O ise gülüyordu.
"Ne bu?" diye sordum neden böyle bir örnek verdiğini anlamayarak. Kendilerini kötülemişti. "Adam resmen sizi kandırmış, sen de bunu bana anlatıyorsun? Bunu bildiğin halde neden hâlâ dağdasın?" dediğimde hâlâ gülüyordu. Gözlerimin içine baktı.
"Evet hâlâ dağdayım, çünkü bende o adam gibi düşünüyorum." dedi daha fazla gülerek. Benimle dalga mı geçiyordu bu?
Tam ağzımı açmış sinirle bir şey diyecektim ki içeri Mahir girdi. Elinde teneke vardı, içinde bir sürü odun. İçeri girer girmez onun gülen suratına, benimde çatık kaşlarıma baktığında sinirlenmişti.
"Teo.. yanıma gel." dedi sert sesiyle. Anında kafamı salladım ve yanına gittim.
Yanına gittiğimde bana çenesinin ucuyla sandalyeyi gösterdi. Muhtemelen onun önünde oturmamı istememişti. Onun gösterdiği yere otururken Savaş hâlâ gülüyordu ve sinirim bozuluyordu.
Mahir dişlerini sıkarak sobaya yaklaştı ve içini açtı. Geçen sıcak sıcak çıkardığı demiri alıp içini biraz karıştırdı ve ardından biraz odun, kömür koyup yaktı. Birkaç dakika başında durup yanmasını izledikten sonra odanın içine çıtırtı sesleri doluşmuştu.
Sobayı bırakıp elini birbirine sürüp yanıma geldi. Yüzüme bakıp montumun yakasını biraz daha çekiştirdi.
"Çok... üşüdün." dediğinde kafasına takmasın diye kafamı olumsuz anlamda salladım. O biraz daha suratıma baktı.
"Siz nesiniz böyle?" Savaş'ın sesi geldiğinde Mahir'in yeniden sinirlendiğini hissettim. "Bakışlar falan."
"Bir de erkekci mi oldun?" alaylı alaylı konuştuğunda kaşlarımı çatıp ona döndüm.
"Kes be!" diye çemkirdim birden. Savaş ve Mahir ani bağırışım ile şok olmuşlardı.
"Kendisi dağa çıkıp puştluk yapıyor, gelmiş erkekci mi oldun diyor! Senin gibi şerefsiz mi olsaydı!" huysuz bir çocuk gibi yüzüne yüzüne doğru çemkirdikçe daha fazla afalladı. Benden böyle bir şey beklemiyormuş gibiydi.
"Dangalak!" dedim sinirle yeniden, gözüm Mahir'e kaydığında dudaklarının kenarını kıvrılmıştı. Dilini köpek dişlerinde gezdiyordu, gülmemek için kendini zor tutuyordu sanki.
Ardından Savaş'a doğru gitti, divanın kenarında duran bir bez parçasını alıp ağzının içine sıkıştırdı. Savaş kaşları çatık bir şekilde abisine baktı bu sefer.
"Sana.. bir. çay yapayım. sinirini alır." dedi Mahir bana dönüp gülmemeye çalışarak. Yanıma doğru gelirken ben hala huysuz bir şekilde bakıyordum.
Yanıma gelip gülümseyerek bana baktı ve elini bir yanağıma saçıma sıkı bir öpücük kondurdu. Baş parmağı ile yanağımı okşadı, ardından çay yapmak için mutfak gibi olan yere yürüdü.
Ben arkasından tüm sinirim ve gerginliğim geçmiş bir şekilde bakakaldım. Bir dokunuşu ile tüm kötü ruhu alıp götürmüştü sanki.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DELİ
Roman pour Adolescents[TAMAMLANDI] İstanbul'da yaşarken babasının iflası sonucu köye yerleşen Teoman ve köydeki herkesin deli diye andığı Mahir'in hikayesi.