Kendimden Kaçarken Kendimi Onunla Buluyorum

984 132 33
                                    

Selaam! Biliyorum uzun aralarla bölüm yayımlıyorum. Hem bilgisayarım bozuldu hem de vizelerim başladı, bugün hafifleyince hemen bir bölüm yazıp yayımlayayım dedim.

Her neyse her neyse, bölüm başlarında çok fazla çene çalıyorum.
İyi okumalar, umarım beğenirsiniz!

Beni yükseğe çıkarıyorsun, ruhumu alıp uçuruyorsun
Bütün yeni mucizelerin var olduğu dünyalara

Aradan geçen ortalama bir hafta, hayatımın dönüştüğü şu kargaşanın içindeki en iyi bir hafta olma unvanını kazanmıştı. Tam olarak bir hafta değildi, ortalama beş ya da altı gün olmuştu. Pazartesi günü Giray’ın istifa ettiğini ve artık öğretmenim olmadığımı öğrenmiştim. Okuldan sonra koşarak evine gitmiş, bütün günümü orada geçirmiştim. Sakin, sessiz, pembe dizilerdeki gereksiz ve absürt diyalogların havada uçuştuğu, birbirimize duyduğumuz minnet ve sevginin doruğa ulaştığı güzel bir gündü. Güzel bir akşam olarak da devam etmişti. Her şey güzeldi. Hem de her şey.
Diğer günler de sıkıcı okul hayatım, Eda’nın Melih’e katlanışları ve Melih’in eşi benzeri olmayan mizah anlayışının en az o kadar eşsiz olan temsilleriyle geçiyordu. Okul sonrası eve uğruyor, hızlı bir duş alıyor ve en güzel halime bürünüp koşarak soluğu Giray’ın yanında alıyordum.
Onun yanındayken milyonlarca derecede yanan bir gök değildim. Sadece gökteydim. Ruhum yukarıda, bedenim yerdeydi. Aklım bir karış havada, fikrim ondaydı.
Beş gün böyle geçti. Cumartesiye gelmiştik artık, okulun olmadığı bu hafta sonunda bütün günümü Giray’la geçiriyordum. Melih sohbet grubumuza saatte bir “Pabucumuz dama atıldı ha,” yazıyor ve sonra Eda’nın saçma bir fotoğrafını yollayarak “Vakit geçirme şansını kaybettiğin arkadaşına dön bir bak istedim.” diye ekliyordu. Ama o an için umurumda değildi. Günümü sevdiğimle geçiriyordum. Annem Edalarla ders çalıştığımı sanıyor, babam kiminle nerede olduğumu biliyordu. Artık sorun etmiyordu. Ediyorduysa da ben umursamıyordum.
Cumartesi sabahı uyandığımda başımda felaket bir ağrı vardı. Sanki uyumadan önce yediğim atıştırmalıklar mideme değil de doğrudan beynime gitmiş, kafatasımı manasız bir şişkinlikle doldurmuştu. Kış aylarında olduğumuz şu günlerde güne sıcak, hatta kaynar bir suyla başlamanın mantıklı olacağını düşündüm. Eşyalarımı hazırladım, çekmecemden giyeceklerimi çıkarıp yatağıma bıraktım.
Odamın olduğu katta annem ve babam bu saatte asla olmazdı. Annem aşağıda kahvaltı hazırlıyor, babamsa muhtemelen bağımlısı olduğu gazetesini okuyordu. Bu yüzden rahattım, duşa her zaman üzerimdekileri odamdayken çıkarıp odamdaki kirli sepetine atıp öyle girerdim. Ama bu kez hava soğuktu, normalde olduğundan çok daha soğuk. Bu yüzden hasta olmamak için sadece kazağımı çıkarıp öyle çıktım odamdan.
Bir de ne göreyim!
“Rüzgar!” diyen, hiç de aşina olmadığım bir ses adımı haykırdı. Neşeli bir sesti, beni tanıyor gibiydi. “Ne kadar da büyümüşsün!”
Başımı şaşkınlık ve korku içinde koridorun soluna, merdivenlerin olduğu tarafa çevirdiğimde sarı saçlı bir kadınla karşılaştım. Zannediyordum ki bu sarı saçlı kadın, sarı saçlı kadındı. Hani teyzem olan. Varlığından bir haberimin olmadığı teyzem.
Şimdi, orada bir duralım. Bu konu hakkında hala onlarca sorum var. Her şeyden önemlisi, annemin var olduğundan dahi bahsetmediği teyzem, neden birden ortaya çıkmaya karar vermişti? Madem hiç görüşmüyorlardı, beni nereden tanıyordu? Tabii, beni tanıdığından emindim: Aksi halde ne kadar büyüdüğümden bahsetmek gibi bir imkanı olmazdı.
“Yuh!” diye bağırdım. İyice alışkanlık haline getirmiştim bu kalıbı. Bağırdım, çünkü yapabilecek başka bir şeyim yoktu. Ben ki öz anne babamın yanında bile tişörtümü çıkarırken arkasını dönen Rüzgar, hayatımda ilk kez gördüğüm teyzemin karşısında bu haldeydim. “Mağaradan mı fırladın be kadın! Mahremiyet nedir bilmez misin?” Ellerimle göğsümü kapatarak kendimi odama attım.
Teyzem şok içinde odama geledursun, ben de kirlilere attığım kazağı geri üstüme geçirdim. Kapıyı çaldı. Demek ki mağaradan fırlama değildi. Kolu çevirip kapıyı birkaç santimetrelik ayırdım. “Ne oldu?”
“Konuşmaya geldim?”
“Niye?”
“Teyzenim çünkü.”
“Ee? Tanışmıyoruz.”
“Anladım, sen annene çekmişsin.”
“Pardon?”
“Soğuk ve ters.”
“Beğenmediysen merdiven koridorun solunda.”
“Sahiden hatırlamıyor musun beni?”
Başımı iki yana salladım. Tamam, neden bu kadar gaddar davrandığımı merak ediyor olabilirsiniz. Ama bu benim savunma mekanizmam. İzolasyon, kendinden nefret ettirme: Ta ki karşımdaki benden uzaklaşana kadar. Teyzemin karşısında o şekilde görünerek kendimi rezil ettiğimi düşündüğümden dolayı utanıyordum ve kendimi bu şekilde savunuyordum. “Yirmi üç yaşındayım ve yirmi üç yıldır seni görmedim ben.”
“On sekiz yıldır.”
“Beş yaşımdan beri mi?”
“Aynen öyle.”
“Sonuç olarak hatırlamıyorum.”
“Hatırlayacaksın.”
“Gerek yok.” Kapıyı kapattım. “Müsaade edersen odamdan çıkıp duşa gireceğim. Acelem var.”
“Randevun mu bekliyor?”
Kapıyı hızla yine araladım ve öfke dolu gözlerle kadının gözlerine baktım. “Aynen öyle. Müsaadenle?”
Gerisi normal ilerledi. Teyzemin ayak seslerinin uzaklaştığını duyduğumda kendimi odamın karşısındaki banyoya, oradan da duşa attım. Kaynar su sinirlerimi yatıştırıyordu. Duştan çıktığımda belime sardığım havluyla doğruca odama uçtum, üzerimi giyinip saçımı başımı hallettikten sonra da aşağı indim. Annem, babam ve teyzem salonda oturuyordu. “Ne o? Gözünüz yollarda mı kaldı?” diye sordum.
“Teyzen tavırlarından hiç memnun değil.” dedi Teyzem. Evet, kendinden üçüncü kişi olarak bahsediyordu. Deneyimlerime göre bu insan tipi, en toksik olanıydı. Hiç şaşmazdı.
“Allah’ın işine bak, Rüzgar’la hisleri karşılıklı o zaman,” diye dalgamı geçtim ben de. Melih’ten üç beş bir şey kaptıysam ne mutlu banaydı. “Anne, baba, ben Eda’nın yanına gidiyorum. Önümüzdeki hafta vizeler başlıyor, çok gerideymiş.”
“Her gün dışarıdasın, sen çok mu ileridesin derslerde?” diye sordu meraklı annem.
“Hem de ne ileride. Bölüm birinciliğine oynuyorum bu sene.” İçimden kendime siktir çektiğimi belirtmeme gerek olduğunu hiç sanmıyorum, millet.
“Rüzgar,” dedi babam ben kapıya doğru yönelirken. “Beş yaşından öncesini hatırlamamanın bir sebebi var.”
Durdum. Şaşkın ve anlamsız gözlerle herkese tek tek baktım. “Ne diyorsunuz?”
“Bazı travmalardan sonra hayatının belli bir dönemini unutabiliyorsun,” diye ekledi annem. “Şimdiye kadar gittiğimiz şehirleri saymayı denesene.”
O an buna harcayacak hiç vaktim yoktu. Ancak onlara, hayatımda bana geçmişimi unutturacak bir travma yaşamadığımı kanıtlamak zorunda hissediyordum. “Bu şehirde doğdum. İstanbul’da. Beş yaşıma geldiğimde babamın işi için Mersin’e gittik, Okan diye yakın bir arkadaşım vardı. Hatta bir keresinde ona bir lira borcum olduğu için senden utanarak harçlık istemiştim. On yaşımdayken yine taşındık. Tekirdağ’a gittik. Orada bir sitede oturuyorduk, alt komşumuzun ikizleri Tekin ve Pelin en yakın arkadaşlarımdı. Sen de Vildan Teyze’yle arkadaştın, anne. Beş yıl da orada kaldıktan sonra İstanbul’a geri döndük. Sekiz yıldır da buradayız. Bırakın bu saçmalığı. Ben her şeyi hatırlıyorum.”
Bana olan güvensizliklerinden dolayı hayal kırıklığına uğrayarak kapıya yeniden yöneldim. Keşke o gün yaşadığım tek hayal kırıklığı bu olsaydı diye hala düşünüyorum, yalan söyleyemem. Kapıyı açacağım sırada annem seslendi: “Ankara.”
Hızla odaya geri döndüm. “Hayatımın hiçbir döneminde Ankara’ya gitmedim.”
Babam cüzdanından bir fotoğraf çıkarıp bana uzattı. Yanına gittim ve fotoğrafı aldım. Bu eski, epey eski bir fotoğraftı. Nereden baksanız on beş yıllıktı.
“Okan’a olan borcun için annenden harçlık istediğini hatırlıyorsun. Beş yaşındaydın. Ama hatırlıyorsun.”
“O zaman neden Anıtkabir’e gidişimizi hatırlamıyorsun? Sen beş yaşına yeni girmiştin.”
Elimde tuttuğum fotoğraf, babamın kucağındaki küçük bir çocuk oluşumdu. Anıtkabir’in önünde, yüzümde koca bir gülümsemeyle. Orada olmanın getirdiği gururdu belki de, bilmiyorum. Ya da sadece hiçbir şey bilmeyen bir çocuktum.
Orada olduğumu bile hatırlamıyordum, ne hissettiğimi nasıl hatırlayayım?
“Şu an bunu yapamam,” dedim titreyen ellerimle fotoğrafı babama uzatarak. “Şu an bunu yapamam.”
Tekrar kapıya yöneldim. Bu kez ne olursa olsun ayrılacaktım, dönüp arkama bakmak gibi bir lüksüm yoktu. Doğru bildiğimi sandığım her şeyin iki cümleyle silinip gitmesine, hiç edilmesine müsaade etmeyecektim.
“Teyzendi.” dedi teyzem.
“Teyzem sensin! Kendinden neden sen, sen değilmiş gibi bahsediyorsun?”
“Ben değildim,” dedi bu kez. “Diğer teyzendi.”
“Ne teyzemdi, anne!” diye bağırdım. “Neyden bahsediyorsunuz siz, sabah sabah hepiniz bana kafayı yedirtmeye ant mı içtiniz?”
“Seni bu hale getiren, teyzendi,” dedi annem. “Şeyda, buradaki teyzen de bu yüzden bunca yıldır aramızda değildi.”
Başından beri atıştığım sarı saçlı kadın, Şeyda Teyzemdi. Ama varlığından haberimin yine olmadığı üçüncü bir teyzeden bahsediyorlardı şimdi de.”
“Bir çırpıda konuşun, yoksa defolup gider bir daha da yüzünüze bakmam.” Artık sabrım taşmak üzereydi, kendimi kaybetmeme şu kadar kalmıştı.
“Bu fotoğraf çekildikten birkaç ay sonra,” diye söze girdi babam. “Burada olmayan teyzen sana... kötü şeyler yaptı.”
“Sus.”
“Anladın sen. Öyle şeyler.”
“Baba. Sus.” Geçmişime dair bildiğim her güzel anı, şu an öğrenmekte olduğum tek bir gerçekle mahvoluyordu. Hala durup bunları hak edip etmediğimi düşünüyorum, şu an bu satırları yazarken bile. Ama hayat böyle bir şeydi işte. Bir öyküydü, ve bir Freytag Piramidine sahipti. Başlardınız, yükselirdiniz. En mutlu olduğunuz doruğa çıktığımızda ise düşen eylem devreye girerdi. Ve siz de yuvarlanırdınız.
“Teyzenin sana yaptıklarını öğrendiğimizde,” diye devam etti annem. “İlk öğrenen Şeyda olmuştu.”
Ellerimi başıma götürdüm. Hiçbir şey anlamıyordum.
“Sana yaptıklarına karşılık, ben ona daha kötüsünü yaptım.” dedi teyzem. “Bunun için de geçen haftaya dek cezamı çektim.”
“Oysa kurtuldu,” dedi annem. “O, Şeyda onu öldürdüğünde kurtuldu.”
Kendimi evden nasıl attığımı hatırlamıyorum. Bir anlığına gözlerimi kapattım, geri açtığımdaysa yağmurun altında sırılsıklam bir şekilde yürüyordum. Yanaklarımda süzülen damlaların yağmur mu yoksa gözyaşı mı olduğundan emin değildim.
Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Nereye gittiğim hakkında da bir fikrim yoktu. Bildiğim tek şey, birine ihtiyacım olduğuydu. Ve bu biri de Giray’dı, beni sakinleştirebilecek, az önce öğrendiklerimin ve bu geçmişin beni tanımlamak zorunda olmadığına ikna olmamı sağlayabilecek tek kişi oydu.
Giray’ı aradım. Çaldı, çaldı ve çaldı. Ama açmadı. Telefonu kapattım. Giray’ın şu an iş görüşmesinde olduğunu o an hatırladım, bana ayıracak vakit bulamayacağını dün akşam söylemişti. Melih’i aramaya karar verdim, belki şakalarıyla beni yatıştırabilirdi. Ama o da Eda’yla birlikte ders çalışıyordu ve ikisinin de telefonu kapalıydı.
Gidebilecek, konuşabilecek kimsem yoktu. Yapayalnızdım.
Yağmur yerleri, ben dizlerimi döverken bi ara sokağa girdim. Binanın çatısı, yağmurun buraya düşmesini engelliyordu. İçinde olduğum ara sokak tanıdık geldi. Gözlerimi kısarak daha dikkatli baktım. Nezih’in olduğu sokaktaydım, ki bu da aklıma son bir çare getirdi: Kutay.
Kutay’ı aramayacaktım. Bir kişinin daha telefonumu açmamasıyla hayal kırıklığına uğramak istemiyordum. Doğrudan evine gitmeye karar verdim, eğer doğru hatırlıyorsam nerede olduğunu biliyor gibiydim. Bilmiyorduysam da sokağa girdiğimde tanıyacağımı umuyordum.
Öyle de oldu.
Kendimi Kutay’ın kapısını yumruklarcasına çalarken buldum. Nefes almakta zorlanıyordum, ıslak olduğum için olması gerekenden daha fazla üşüyordum ve tamamıyla bitmiş haldeydim.
Kutay kapıyı açtı. “Rüzgar?” dedi şaşkınca. “Bu ne hal?”
“Mahvoldum,” dedim kekeleyerek. “İçeri girebilir miyim?”
“Sormana gerek bile yok,” diyerek beni içeri aldı. Çekinerek içeri girdiğim gibi, aynı çekingenlikten koltuğa oturamadım. Koltuğu ıslatmak istemiyordum. “Rahatına bak, kurur gider.”
Koltuğa oturdum. Hala utanıyordum, nedeniyse meçhuldü artık. “Özür dilerim,” dedim sessizce. “Gidecek başka bir yerim yoktu.”
“Özre gerek yok,” derken yanıma oturdu. “Zaten bizim karşılaşmalarımız hep senin sırılsıklam olmanla alakalı oluyor,” diye de beni neşelendirmeye çalıştı. Limanda denize düşüşümden bahsediyordu. “Anlat bakalım, ne oldu?”
Sesindeki ilgi ve endişeyi hissedebiliyordum, ancak şu an ihtiyacım olan şey o değildi. Sadece konuşmak, hayır, kükremek istiyordum. Ama öğrendiklerimi Kutay’a anlatamazdım – daha şuncacık zamandır tanıdığım birine böyle bir şeyden bahsedemezdim.
Bir süre beni süzdü, konuşmayacağımı fark ettiğinde titrediğimi de fark etti. Üşüdüğümün farkındaydı. “Bak, şöyle yapalım,” dedi elini omzuma atarken. “Ben duşu hazırlayayım,” derken ayağa kalktı ve odanın köşesindeki askılıktan bir havlu getirip bana uzattı. “Sen de üzerini çıkarıp kurulan bununla.”
Havluyu alıp teşekkür ettim. Hala konuşmaya hazır hissetmiyordum, ancak titremektense ısınmayı yeğleyeceğim aşikardı.
Kutay yanımdan ayrılıp banyoya geçtiğinde akan suyun sesini duymaya başladım. Aslında biraz daha bekleyip o buraya geldiğinde banyoya girerek  hazırlanacaktım, ama bu titreyişlere daha fazla dayanamadım. Kutay gelmeden önce üzerimi iç çamaşırıma kadar çıkarıp havluya sarındım, saçım başta olmak üzere vücudumun tamamını kurulamayı başardım. Evdeki elektrikli ısıtıcının karşısına geçip turuncuya çalan kızıllığa daldım.
En az onun kadar sıcaktım, öfke doluydum.
Milyonlarca derecede yanan bir gök.
Kutay banyodan çıktığında beni neredeyse çıplak bir şekilde ısıtıcının karşısında sonsuzluğa dalmış bir şekilde buldu. Bu sabah teyzemle olan karşılaşmamı ve ne kadar utandığımı düşününce, Kutay’ın karşısında bu halde durmanın beni neden rahatsız etmediğini anlamayabilirsiniz. Başta ben de anlamamıştım, normalde olsa yerin dibine girer ve kendimi öldürmek isterdim.
Şimdiyse aklımda başka şeyler vardı ve utancımı umursayamayacak kadar dalgındım.
“Duş hazır, geçmek istersen.”
Hiçbir şey düşünemiyordum.
Kutay yanıma oturdu. Banyo soğuk olacaktı ki, ellerinin buz kesmişliğini oturduğum yerden hissedebiliyordum. O da ellerini ısıtıcıya uzatıp biraz ovaladıktan sonra arkasına yaslandı. Bense hala ısıtıcının ışığına bakıyordum. Ta ki gözlerimi ondan ayırıp, ona çevirene kadar.
Arkasına yaslanmış, gerinmişti.
Ve ben o an, hiçbir şey düşünmek istemiyordum.
Ve beni aptala çeviren tek şey, anı yaşamaktı.
Geçmişi ya da geleceği değil, bugünü.
Bir saat öncesi ya da bir saat sonrasını değil.
Bu dakikayı.
Nereden esti, neden oldu bilmiyorum.
Ama bir an sonra kendimi onun dudaklarını tadarken buldum.
Onun da bunu istediği, o anın tadını çıkarmakla meşgul olduğunu dudaklarından anlayabiliyordum. Sıcak, ıslak ve istekliydi. Ellerinin vücudumda gezdiğini, tenimle dans ettiğini hissedebiliyordum.
Her şey sıcaktı. Isıtıcı yüzünden terlemeye çoktan başlamıştım.
Elleri sıcaktı, dudakları da öyle.
Tenime yumuşakça dokunuyordu, dudaklarıma gösterdiği ilginin tam tersiydi.
Derken sertleşti, elini göğsüme bastırdı.
Ve beni ittirdi.
İşte şimdi utanıyordum. Önce ben, onun bana yaptığını yaparak ona sormadan önü öpmüştüm. Şimdiyse o, benim ona yaptığımı yaparak beni kendinden uzaklaştırmıştı. Ardı ardına özürler dilediği anı hatırladım, kendini nasıl hissettiğini çok iyi anlıyordum.
Ama ben özür dilemeyecektim, en azından onun dilediği kadar.
Banyodan gelirken getirdiği temiz giysileri kucakladım ve kalktım. “Üzgünüm,” dedim hızlıca. “Bunları akşama getiririm, olur mu?”
Hiçbir şey demedi, dediyse de duymadım. Daireden çıktığımda giysileri üzerime geçirdim ve ne yapacağımı düşünmeye başladım.
Bilmiyordum.
Bir süre de bilmeyeceğime emindim.
Şimdilik bekleyecektim.
Giray arayana kadar apartmandaki merdivenin altında bekleyecektim.
Çok uzun sürmemesini ummaktan başka da bir çarem yoktu zaten.

İyi Ol // boyxboy [Tamamlandı]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin