Brighton'daki evimi ne kadar hiçbir zaman Hogwarts'taki yatakhanem kadar benimseyememiş olsam da burada olmak bana iyi hissettiriyordu. Çocukluğumun bir kısmını bu Muggle kasabasında, bir Muggle çocuk gibi geçirmiştim. Muggle arkadaşlarım olmuştu. Muggle oyunlar oynamıştım.
Okyanusun kokusu burnuma buradan geliyordu. Brighton, her zaman olduğu gibi adanın diğer kısımlarına göre çok daha sıcaktı. Yaz tatilininin tadını çıkaran gençler, sıcak kanlı turistler ve gürültülü çiftler sayesinde Gonheart Ailesi'nin oturduğu ev de o kadar karanlık görünmüyordu.
Bavuluma asamı, kırılmayacağından emin olarak sokuşturdum. 41. Numaranın etrafı papatyalarla süslüydü ve evin krem rengine uyuyordu. İçeriden ses de gelmiyordu ancak camlar açıktı. Mutfağın camından neredeyse televizyonun sesinin geldiğini duyabiliyordum.
Bisikletim de, mutfak camının hemen altında zincirlenmiş duruyordu. Artık üstüne binmek için fazla uzundum sanırım. Derince bir nefes alıp merdivenleri çıktım.
Kapıyı çalarken nedense zilin değişmemiş olmasına sevinmiştim. En son ne zaman buradaydım? Geçen Temmuz'da. Ne kadarlığına? Yalnızca iki ay. Peki bu ne kadar süredir devam ediyordu? Yedi yıldır.
Kimse ailemle aramızda tuhaf bir hava olduğu için beni suçlayamazdı. Aramızdaki sevgiyi budaklayabilmesi imkansızdı bu mesafenin. Ancak, yine de, bu kadar hızlı büyümek zorunda olmasaydım neler olacağını merak ediyordum. Kendi ailemin bile yabancı hissettirmeyeceği bir senaryonun içinde olabilmeyi arzuluyordum.
Kapıyı babam açtı.
Koyu kahverengi saçları uzamıştı, anlaşılan şu sıralar pek masabaşı işle uğraşmıyordu. Çünkü aynı şekilde sakalı da biraz birbirine girmişti. Deniz yeşili gözleri ve bu stili ile bana adeta bir balıkçıyı andırıyordu.
Eğer bu yaz gününde bile siyah, kumaş pantalonunu giymemiş olsaydı.
Beni önce tanıyamamış gibi kalın kaşlarını çattı ama saniyeler içinde gülümsedi. "Diana! Erken gelmişsin, seni akşam bekliyorduk."
Hızlıca ağır bavuluma uzandı ve hiçbir zorluk yaşamadan şlak diye evin içine aldı. Arkamdan kapıyı kapatırken bir süre ikimiz de ne yapacağımızı bilemeyerek birbirimize tuhaf tuhaf baktık. Elini mi sıkmam gerekiyor? Hayır, bu komik derecede resmi. Görmezden gelip konuşmaya başlamak? Çok kaba, bundan nefret eder. Annemi sorarak dikkat dağıtmak?
Neyse ki bana sarılmak için uzandı. İkimiz için de eziyet olurcasına tuhaf bir sarılmanın ardından kesinlikle daha rahatlamış görünüyordu. Babamın çam ağacı parfümü de değişmemişti.
Ne kadar tuhaf olursa olsun babamla birbirimize olan sevgimizden hiç şüphe duymamıştım. Diabolos'a karşı aldığı tavır bile ona babam olarak hayranlık duymamı sağlıyordu. Yalnızca annemin aksine, ikimiz de fiziksel yakınlık konusunda birbirimize pek nasıl yaklaşmamız gerektiğini bilmiyorduk. Özellikle babam bir mesafe ile büyümenin benim için daha güvenli olacağını düşündüğünden beridir.
"Ee," dedi salona bağlı olan mutfağa geçerken onu takip ettim. Ayakkabılarımı kenara bırakıp evi süzdüm. Meh, pek değişen bir şey yok. Ne Muggle be de bir sihirbaz içeri girse burada büyülü bir şeyler döndüğünü anlayabilirdi. "Demek artık resmi olarak bir cadısın, ha?"
Başımı sallayıp bu sefer de mutfağı inceledim. Televizyonda haberler vardı. Yemekler de ocakta, sihir olmadan pişiyorlardı. Bu basit düzeni özlemiş miydim, minik bir sihir kırıntısı olsun ister miydim emin değildim.
Kendimi orta boylu biri olarak değerlendirsem bile babam uzun-iri bir adamdı. Geniş omuzları, kalın kolları ve güçlü bacakları vardı. Henüz otuzlarında olmasına rağmen birkaç tane gri-beyaz saç artmıştı fakat onu son gördüğümden beri değişen bir şey göremiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Flower on The Cemetery // Gryffindor
Fanfiction"Yapamam," dedim gittikçe daha da ağırlaşan nefesimi düzenlemeye çalışırken. Panik bedenime hakim olmaya başlıyor, kontrolümü kaybediyordum. "Kim olduğu umurumda değil. Kimseyi öldüremem." Omuzlarımın üstüne kapanan eller bana hayatım boyunca hisse...