Geri dönüş yolu çok daha kısa olmasına rağmen çok daha acı vericiydi.
Kendimle ve düşüncelerimle baş başa kaldığım her an kabusun ta kendisiydi. Bir kulağımda Harrison'ın çığlığı, bir yerde annemin yüzüğü, diğer yandan Leo'ya söylediğim son sözler durmadan gözlerimde yanıp sönerken aslında ölümle yüzleşmeye gittiğimi unutuyordum. Ortadan kaybolalı bir hafta olmuşken tekrar görünmek ne kadar doğru olurdu bilmiyordum. Şu anda tek ihtiyacım olan şey Alden'ı görmek ve olan biten her şeyi ona anlatmaktı. Tek umduğum şey Nyx'in bir şekilde Alden'ı dinleyecek olmasıydı.
Ellerime uzun süre baktım. İnce, uzun ve birçok kişinin belki güçsüz göreceği soluk renkli ama yara bere içindeki ellerime. Asamı tutmaktan avucumun içinde onun şeklinde nasır tutmuş yerine ve Aurelis'in bana verdiği gücün güya gelmesi gerektiği yerlere.
Hiçbir şeyi değişmiş görmüyordum.
Diabolos ile karşılaştığımda, Aurelis'in bana bir oyun oynayıp kaybetmem için aslında hala Diabolos'a çalışan bir cin olduğu olasılığı doğru çıkarsa ne yapacağımı düşünmekten kendimi alamıyordum. Elimden gelen her şeyi elbette yapardım ama annem? Leo? Haberler bakanlığa ulaşır ulaşmaz Leo'nun güvende olacağını düşünüyordum bir yandan. Diğer yandansa ikimiz karşı karşıya gelip, beni ve annemi öldürecek kadar ilerlediğinde gözü tamamen kararıp önüne gelen her şeyi mahveder miydi? Belki. Mümkün.
Şimdi babamın neden beni en başında Hogwarts yerine bir Muggle okuluna gitmem ve hayatıma da o şekilde devam etmem için istekli olduğunu daha iyi anlıyordum. Bir Muggle olarak, yaz tatilini arkadaşlarımla keyifle çıkarır ve kolej için hazırlanırdım. Yurt odama yerleşir, görebileceğim tüm yerleri görür, müzeleri gezer ve en büyük sorunumu katılacağım kulüpler olarak düşünürdüm.
Tren, büyük bir köprüden geçerken aşağı bakmamla Harrison'ın adımı bağırışı kulaklarımda yankılandı. Yüzümü buruşturdum. Yüzleşmek için sürekli geriye atmaya çalıştığım bir acıydı. Bir süre için Harrison, bunca kaosun arasında bana bir kaçış yönü gibi görünmüştü. Israrla benim hayatıma dahil olmaya çalışı, sonrasında her şeyi eline yüzüne bulaştırdığında da benim bağışlayıcılığımı değil yalnızca Diabolos'u istemesini öğrenmek sarsmıştı. Elbette sarsardı.
Ancak gözümün önünde ölmesini umursamayacağım kadar değil.
Karnıma dayanılmaz ağrılar girmeye başlarken bir anda trenin ışıkları söndü. Tren hala ilerlemeye devam ediyordu ancak birkaç küçük Muggle çocuk çığlık attı. Tek başıma olduğum kabinden çıktım. Diğer yandan asamı tutuyordum.
Paranoyak olmak, her zaman ölü olmaktan iyiydi. Koridora çıkıp, trenin sonuna kadar ilerledim. Hah. Hiçbir şey yoktu. Yalnızca basit bir devre bozulması olmalıydı. Başımı iki yana salladım. Çoktan Wissant'a varmıştık bile. Yemyeşil dağların arasındaki güneşin batmaya başladığını elektrikler gidince anlamıştım. Bacaklarıma küçük bir çocuk çarptı. Annesine bağırarak ağlayacak gibi olurken neyse ki kolundan tuttuğu gibi karanlıkta kadın onu buldu.
Tren bir anda durunca dengemi kaybeder gibi oldum. Sallandım fakat, bacaklarım yerde sabitti. Metreler ötede, başka peronlardaki birileri yere düştü.
"Treniniz on ile on beş dakika için harekete geçecektir. Teknik bir sıkıntı yaşıyoruz."
Harika.
Tam da ihtiyacım olan şey buydu.
Evime bu denli uzak olmasaydım ya da başımı bir yerde unutucağımı düşünmeseydim, dikkat çekmeyeceğinden de emin olsaydım, sihire başvurabilirdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Flower on The Cemetery // Gryffindor
Fanfic"Yapamam," dedim gittikçe daha da ağırlaşan nefesimi düzenlemeye çalışırken. Panik bedenime hakim olmaya başlıyor, kontrolümü kaybediyordum. "Kim olduğu umurumda değil. Kimseyi öldüremem." Omuzlarımın üstüne kapanan eller bana hayatım boyunca hisse...