İçeri girince kocaman bir tahtta, ayı postu yayılmış, üstünde de kadife elbisesi içinde bir kadınla karşılaştım. Oda kristal şamdanlarla, postlarla ve altın meyveliklerle doluydu. Niye kimsenin burayı keşfetmek istemediğini anlamak güç değildi. Burası bir cadının krallığı gibiydi. Mugglelardan, kaostan ve tehlikeden uzakta... Sadece doğnın içinde.
Alva hevesle kadına yürüdü. Koskoca odada bir kraliçenin tek başına oturması ne kadar garibime de gitse, bir yandan rahatlatıcıydı. Küçük kız onun kucağına otururken, kadın da söylediklerini gülümseyerek dinledi. Bana henüz bakmak için, pek de ilgi çekici bulmamış gibiydi.
Sonunda Alva ile aynı renk gözlerini bana çevirdi ama. Ufak gözlerine rağmen renkleri Alva gibi çok parlaklardı.
"Yaklaş," dedi Nors aksanına rağmen netçe. Ona uydum. Bu hiç tanımadığım, belki korkutucu denecek kadına karşılık, bir çekingenlik hissetmiyordum. Sert olmasına rağmen aynı zamanda da anaç havası beni yatıştırıyordu. Belki de vücudum yirmi dört saat içinde o kadar çok kez acı, travma, adrenalin, korku ve fazlasını yaşamıştı ki, tüm içgüdülerimi kaybetmiştim.
Kadın yerinden kalkınca titan sarısı saçlarının, yerlerde sürünen elbisesi gibi neredeyse ayaklarına dolanacağından endişelendim. Hah. Bir de insanlar benim saçlarımın uzun olduklarından şikayet ederlerdi.
Aramızda neredeyse beş santim kalana kadar bana yaklaştı. Dümdüz, omuzlarından aşağıya akan saçlarının üstündeki taç gözümü alıyordu. Teni hayatımda gördüğüm en soluk, beyaz ve renksiz şeydi. Alden'dan bile daha saydam gibiydi teni. Yanında neredeyse bronz kalabilirdim.
Bir anda daha da yaklaşınca sertçe yutkundum. Kesinlikle kişisel alanıma giriyordu. Gözlerine yakından bakınca neden bu denli parlak göründüklerini anlamıştım ama.
Gözlerindeki renk kısımları, irisleri, harket ediyordu. Öyle göz bebeğinin yansıması, ışığın vurması gibi bir hareket değildi bu. Kendi kaslarını oynatmasından bağımsız, fazlasıyla dalgalı bir okyanus vardı gözlerinin içinde.
Benzetme olarak değil.
Gerçekten de irislerini okyanus oluşturuyordu. Küçük bir okyanusun ortasındaki siyah adacık göz bebeğiydi.
Hogwarts'ta kimse İskandinavya'da Krallık kurmuş cadılardan bahsetmiyordu.
"Haklıymışsın, Alva." Dedi hala yüzüme yakınken. Nefesi bana çarpıyordu ama sıcak değil, hava gibi buzdu. "Gerçekten de honning kokuyor."
Kaşlarımı çatıp dik dik kraliçenin yüzüne baktım. Ya beni öpmek istiyordu ya da gözlerimi kaçırıp, ondan uzaklaşarak ona karşı güçsüz olduğumu kabul etmemi bekliyordu.
"Norveç'te arı yok mu?" Kokumdan bu kadar etkilendiğine göre aklıma başka bir şey gelmiyordu.
Kadın neyse ki bunu komik bulmuş gibi gülüp geriye, tahtına gitti. "Yeni nesil cadılar... Arsızlar. Ama eğlenceliler. Şimdi söyle bakalım. Bize ne getirdin?"
Ekstra bir açıklama bekleyerek bir Alva'ya, bir kadına baktım. Ne mi getirdim? Sıcak bir yatağın arayışınının sonunun böyle biteceğini düşünmemiştim. Üstelik buz tutmuş sandviçlerimin de pek hayranı olacaklarını sanmıyordum. Belki de bal getirmeliydin.
"Aa... üzgünüm. Majesteleri? Yanımda bir şey yok. Ben yalnızca buradan geçiyordum. Ve konaklayacak bir yer arıyordum. Sonra Alva'yı gördüm. Beni size getirdi. Üzgünüm. Çok üzgünüm. Böyle saygısızlık etmek istemezdim. Fakat buraya ilk gelişim."
Kraliçe kaşlarını kaldırıp beni dikkatle süzdü. Hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. Kahverengi göz kaleminin uzadığı kuyruk şakaklarını ovalarken silindi. "Sorun değil, min kjærlighet. Senin suçun değil. Elbette burada konaklayabilirsin. Seint Lund tüm büyücü ve cadılara açıktır."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Flower on The Cemetery // Gryffindor
Fanfiction"Yapamam," dedim gittikçe daha da ağırlaşan nefesimi düzenlemeye çalışırken. Panik bedenime hakim olmaya başlıyor, kontrolümü kaybediyordum. "Kim olduğu umurumda değil. Kimseyi öldüremem." Omuzlarımın üstüne kapanan eller bana hayatım boyunca hisse...