O N

749 86 34
                                    

Wallcot'u takip ederken uzaklaştığımız köyden gelen büyücülerin sesleri de gittikçe daha da duyulamaz bir hal alıyordu. Asamı o kadar sıkıyordum ki, avucum bu soğukta terlemeye başlamıştı. Kalbim göğsümü parçalayarak atacakmış gibi çarparken kuruyan dudaklarımı ıslattım.

"Nereye gidiyoruz?"

"Seni görmek isteyen biri var," dedi. Sesindeki gülüşle birlikte ağaçlar bile titredi.

"Kim? Wallcot, eğer hoşuma gitmeyecek bir şey yaparsan yemin ederim ki—"

"Burada bekle."

Beni ormanın girişinde durdurdu. Wallcot'un bu ürpertici görüntüsüne rağmen burada cesaretle bulunmamın sebebi onun bir büyücü olmamasıydı. Hogsmeade'dekiler onu sevse bile nedenini hiçbir şekilde anlamıyordum. Küçücük bir çocuktan bile sırf soyadız yüzünden nefret etmesi ne olursa olsun doğru gelmiyordu. Şimdi büyümüşken, bunu daha çok fark ediyordum.

Ben neler olduğunu anlamak için beklerken karanlıkta bir silüet gördüm. Tüylerim ürperdi. Uzun, siyah ve dik vatkaları olan bir mantolu adam dikiliyordu. Ancak öne çıkmıyordu. Yalnızca öylecek dikiliyor bana bakıyordu.

"Şimdi gelebilirsin," dedi Wallcot karanlığın içindeki adamla konuşmasına son verirken. Oysa ne kadar kendime ve asama güvensem de riske girecek kadar aptal değildim. Başımı iki yana salladım. Adrenalin tüm vücuduma uyuşturucu gibi bir his bırakırken kararlı olduğumu göstermek için çenemi kaldırdım. "Hayır. Siz ışığa çıkın."

Wallcot adamla bir şeyler daha konuştuktan sonra bana biraz yaklaştı. "Görülmesinin pek uygun olmayacağını düşünüyor."

"Cave Inmicium," fısıltımla birlikte ortadan kaybolduğum için Wallcot ve paltolu adam sus pus oldular. Geriye doğru adımlarımın ses çıkartmayacağından emin olduğum bir şekilde atarken arkamdan hiç tanıdık olmadığım bir ses seslendi.

"Diana," ismimi söylemesiyle olduğum yerde durdum. Sesi düşündüğümden çok daha genç geliyordu kulağa. Arkamı dönüp karanlık yere bakınca gölgelerin arasından bir adam çıktı. Yirmilerinin ortalarında, simsiyah saçları ışık vurdukça gece mavisi rengiyle parlıyordu. Upuzun, ipek gibi sanki hareket ettikçe önüne su gibi düşen dümdüz saçlarını gevşek bir örgüyle örmüştü. O bana doğru hareket ettikçe sallanıyordu. Yüzünde birçok çizik yara vardı. Gözlerinin altındaki halkalar dikkatle incelenmediğinde yaşına yaş katacak kadar belirgindi.

Beni görmeyi umuyormuş gibi etrafına bakındı fakat asamı çekmedim. Siyah botları su birikintisilerin üstünden geçerken yalnızca benim için değil, onu görecek birinin olmasından korkarmış gibi etrafı gözlüyordu.

"Ailen seni görmek istiyor," dedi sesini net ama kısık tutarken.

Ailem mi? Elbette ailemden bahseder bahsetmez önüne atlayacak değildim. Fakat dikkatimi çeken başka bir özellik vardı. Kemerinin tokası büyükbabamın da sahip olduğu tokadandı. İki yana doğru açılmış, soluk güllerin içinde yol olan bu altından yapılma tokaya herkesin kolay kolay sahip olamayacağını biliyordum. Nefesimi tutup tekrar dikkatlice adama biraz daha yaklaştım.

Gerçekten bir Gonheart mıydı? Yo, olamazdı. Büyükbabam, büyükannemi kaybedeli çok uzun zaman olmuştu. Babam ve halam dışında çocukları yoktu. Halamınsa çocuğunun olması büyücüler açısından bile imkansızdı. O halde bir Gonheart değildi. Fakat bu armayı neden taşıyordu o zaman? Babamın kendini bildiğinden beri giymeyi reddettiği bu armayı pek bir gururla taşıyor görünüyordu.

Üstelik fazlasıyla gençti. Ya bir tür, bana daha zararsız görünebilmek için giydiği gençlik büyüsün etkisindeydi ya da gerçekten haberimin asla olmadığı bir aile dostu olmalıydı.

The Flower on The Cemetery // GryffindorHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin