Ona evde kalması için ısrar etsem de benimle gelmek istediğini söyledi. Sanırım yalnız kalırsam dişüncelerimle baş başa kalacağımdan korkuyordu. Sokaklarda güneşli havanın keyfini akşam üstü bile çıkaran Muggleların arasından geçerken sessizdik. Elimi tutmaya çalıştı ancak ondan uzaklaştım. Şu anda teselliye ihtiyacı olan ben değildim. Aklını başına alması gereken kendisiydi. Aurelis'i bulmadan önce onunla geçireceğim son günün bitimine gittikçe yakışıyorduk ancak ben kaçınılmaz konuşmadan elimden gelen tüm fırsatlarda kaçmıştım. İkimize de yeterince işkence olmuyormuş gibi.
Dünya üstündeki her şey beraber olmamız için ilerlese bile onu şu anda bırakmam gerekiyordu aslında.
Ne düşünmüştüm ki? Bunun olacağını biliyordum. Diabolos elbette Flamewood evinin ortasında çıkabilecek kadar cesur değildi ancak orada olmam her açıdan yine de yanlıştı. Bana böyle davranılacağını bile bile ne bekleyebilirdim? Bana baktıklarında tek gördükleri tehlikeydi. Onların gözbebeklerini tehlikeye atan Gonheart cadısına sempati gösteren Bay Flamewood'a bir kaçıkmış gibi bakmışlardı.
Belki de böyle olması daha iyiydi. Onunla geçireceğim son günde, aramıza koymak istediğim duvar için bir bahanem olmuştu.
"Üzgünüm," dedi sıkıntıyla. "Seni gelmen için zorladığımdan dolayı bana kızgınsın, biliyorum. Ama biraz zaman—"
"Hayır, Leo. Değilim. Neyle karşılaşacağımı az çok tahmin ediyordum."
Sadece her şeyi düzeltmek için gidiyor olsam bile, midem alt üst olmuş haldeydi. Leo'nun iri gözlerinde çaresizliği gördüğüm her an ayakta durmak daha da zor oluyordu. Neden bu işi olması gerekenden daha da dramatik hale getiriyorsun? Yalnızca birkaç gün sonra her şeyi anlatabileceksin. Hiçbir sorun kalmayacak.
Ailesine kendimi sevdirmek biraz zaman alabilirdi. Leo'nun aksine kendimi insanlara nasıl sevdirirdim bilmiyordum, sosyal anlamda hiçbir becerim yoktu bu konuda.
Peki ya dönemezsen?
Aptal iç sesi susturmanın tek yolu konuşmaktı fakat şimdi ona bakarken nasıl net, duygusuz ve kararlı bir şekilde ona yalan söyleyebilirdim ki? Neden bu kadar zor geliyordu ki? Aylardır, neredeyse yarım yıldan fazladır, ona yalan söylemiyor muydum zaten?
Leo derin derin göğüs geçirdi. "Zamanla alışacaklar. Alışacaklarını biliyorsun."
"Hayır, Leo. Zamanla alışmalarını istemiyorum. Hatta neden benimle birlikte olma konusunda bu kadar inatçı olduğunu da anlayamıyorum. Baban da sen de kör olacak kadar iyi kalplisiniz. Bunu—" hakketmiyorum. "İstemiyorum. Kimsenin bana acımasını istemiyorum."
Leo yolun ortasında durdu. Turist bir Muggle ona çarpıp, anlayamadığım dilde bir şeyler söyledi ama Leo dikkatini vermek için fazla öfkeliydi.
"Kimsenin sana acıdığı yok, Diana. Herkes sadece seni sevdiğim için bile seni kabul etmeye gönüllüyken sen niye bunu kabul edemiyorsu? Yine mi kaçmak istiyorsun? Böylesi senin için çok kolay olur. Öyle değil mi? Sanki yanımda kalmak için hiç denemiyor gibisin."
Hah. Bu konuda bile benim yapmam gerekenden kaçtığımı, yüzüme vurmaktan korkmamıştı.
Ben sessiz kalınca yüz ifadesindeki kızgınlık geçip yerini şaşkınlığa sonra da paniğe bıraktı. "Diana," dedi tekrar ama yüzünü buruşturmuştu.
Ona bakma. Bakma. Nefesi ağırlaştı. Lanet olsun.
Sesindeki kırgınlık yüzünden Flamewood evinden beri tutmaya çalıştığım ağlama isteğini tekrar üst üste, sertçe yutkunarak bastırdım. Yapay su şelalesinin betonuna oturdum. Sıcak havadan ve çaresizlikten ısınan vücudum soğuk betonda bir nebze rahatladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Flower on The Cemetery // Gryffindor
Fanfiction"Yapamam," dedim gittikçe daha da ağırlaşan nefesimi düzenlemeye çalışırken. Panik bedenime hakim olmaya başlıyor, kontrolümü kaybediyordum. "Kim olduğu umurumda değil. Kimseyi öldüremem." Omuzlarımın üstüne kapanan eller bana hayatım boyunca hisse...