31.BÖLÜM

1.1K 48 33
                                    

 
Saatlerin ardından telefonda belirtilen adrese gelmişti. Burası birbirinden gösterişli mağazaların bulunduğu bir caddeydi. Siyah kol çantasına sıkıca yapışmış elleri çaresiz cesaret bekler gibiydi. Her şeyin üstesinden gelecek takati kalmamıştı. Ne malı ne de sevdikleri yanında değildi artık.  Ne yapacaksa artık yalnızdı. Bu sorunu da yalnız  halletmesi gerekiyordu.
 
Krem renkteki şalı beyaz yüzüne nurani bir sima katmıştı. Maviler parlamış, bu defa birçok duyguyu barındırıyordu. Korku, merak, çaresizlik ve en önemlisi pişmanlık...  Bir eli siyah kol çantasını sımsıkı tutarken diğer eli aksine kot rengindeki feracesinin eteklerini sıkıyordu.
 
Geldiği mekânda Dubai'de talihsiz bir olayla tanıştığı adamı aradı. Allah'tan halka açık bir alanda buluşmak istemişti ki bu saatten sonra değil başkasına güvenmek kendi öz kardeşine bile güvenmiyordu. Buraya gelmekte mecburdu. Mecbur olmasa hayatta kabul etmezdi.
 
Sıkıntıyla kol saatine baktı. Sonra bir kez daha etrafta göz gezdirdi. Gelen gidenin olmadığını görünce kenarda bulunan banklardan birine oturup beklemek daha iyi olacaktı. Banka oturur oturmaz elini çenesine dayadı ve tekrar saatine baktı. Gözlerini kaldırımda dolaştırırken odağına siyah bir araba yerleşti. Önünde duran arabanın camı yavaşça aşağıya indi. Şoför koltuğunda oturan adamın gözünde güneş gözlüğü olduğu için pek tanıyamadı. Gözlerini tekrar kaldırıma indirince kalın bir ses duydu.
 
"Hey, atla."
 
 
(Asiye Gül Osmanoğlu)
 
Bu da ne biçim tabirdi böyle?  Bana söylediğinden emin olmak için sesin sahibine baktım. Evet ne yazık ki doğruydu. Bu o adamdı. Dubai'deki o kaba adam.
Hoş şu an da ağzından çıkan kelimelere şaşmamak lazımdı. Yine de nezaketimi bozmak istemedim.
Ayağa kalkıp onun aksine kibarca,
"Efendim buyurun anlamadım" dedim.
 
O da arabanın içinden ön kapısını açıp eliyle arabaya binmem gerektiğini işaret etti. Ben ise aksine açılan ön kapıyı es geçip arka koltukta yerimi aldım. Sınır koymam iyi olurdu hele ki bu zamandan sonra kimseye güvenememek en iyi tercihti. Yaptığım harekete ses etmedi. Kapıyı örtüp camını kaldırdı. Derin bir nefes verdikten sonra yola bakarak,
"Ah... Bu akşam benimle yemeğe gelmek zorundasın. “dedi.
 
Bu adam kaba mıydı yoksa üstürupsuz muydu? Bence her ikisi de olabilirdi. Dağdan inmiş gibi bir vaziyetle, böyle mi denirdi? Tamam, ona borcum olabilirdi ama böyle değersiz nesne ile konuşur gibi konuşmasını gerektirmezdi. Kabaran karışık duygularımın sinire dönüşmesini istemesem de elimde değildi işte. Sitemimi gizli tutmaya çalışarak şaşkın bir suratla,
 
"Hı ne? Af edersiniz dağdan mı indiniz acaba? Öncelikle bana vaktimin olup olmadığını sormanız gerekmez mi? Hem .. Yoksa siz .." dedim ve devamını getirmek istemedim. Hemen ağzımı kapatıp yüzümü camdan dışarıya çevirdim.
 
Dediklerim dikkatini çekmiş olacak ki dikiz aynasından bana baktığını hissedebiliyordum.
 
"Saçmalama! Tamamen tesadüfi. Sadece sonuçlandırmamız gereken bir şey var." dedi sert bir sesle.
 
Gözlerini aynadan çekip caddeye doğru baktı.
"Bu biraz karışık ama özetlersek, bu akşam benimle yemeğe gelmen gerekiyor. Anlaşıldı mı? “dedi.
 
Ben ise sözlerin nedenini sindirmeye çalışarak,
"Şey yani bunu sözleşme için mi istiyorsunuz?" dedim.
 
O ise sorgular gibi,
"Ne fark eder ?" dedi.
 
Soruma soruyla cevap verince sitemle ona baktım ve,
" Normalde böyle bir şeyi asla yapmam sırf size borçluyum diye buralara kadar geldim. Lütfen lafı gevelemeden söyleyin." dedim.
 
"Evet borçlusun. Ve sadece bununla kurtulacağını sanma. Borcunu ödemen için ya anında parayı verirsin ya da istediklerimi yapmak zorundasın." dedi.
 
Sinirlerim Nirvana’yı boylarken,
"Ben sizin köleniz değilim beyefendi! Sadece size borçlu olan bir insanım. İnanın o kadar param olsa hemen öderdim. Sizin bu kaba suratınızı çekmeyi kim ister ki? Zerre miktar kibarlık gösterseniz keşke. Dağdan inmiş gibi bir üslubunuz var." dedim.
 
"Dağdan indim zaten. Her neyse git kendine akşam için şık bir kıyafet al ve makbuzlarını da bana getir. Ah, kalan paraysa bahşiş niyetine sende kalsın." dedi.
 
Vallahi dedi. Hiçbir duygu kırıntısı barındırmayan sözlerle çok rahat söyledi . Hiç mi utanma çekinme olmaz ya! Ben bu dağdan inme adamın bu lafızlarına nasıl katlanacaktım?
Ah Lale Gül ah! Bunların bütün sorumlusu sen ve o çıkarcı kocan. Benim cenaze namazımı kılıp ortadan kayboldunuz. Üstelik şu bela gibi zebani  adamı da başıma sarmış oldum. Seçme imkanım bile yok ki. Çare desen o da yok! Hiç birikmiş  param yok, evim yok, borç alacak yakınım yok! Yoksa kim sabretsin bu oduna?
 
"Önüme para atıp patronmuş gibi emredemezsiniz. Hiç olmazsa vaktimin olup olmadığını sormalıydınız." dedim elimdeki paraya bakarak.
 
Dikiz aynasından bakarak,
"Kusura bakmayın hanımefendi. Emretmeye alışmışım. Ben de böyleyim işte ne olsun. Ah, tabi vaktiniz var mı? Hazırlanmaya gidebilir misiniz? Şimdi oldu mu? "dedi sitemle.
 
Suratına bakmakla bu iş olmazdı. Hemen gözlerimi yola çevirdim. Diyecek bir şey bulamıyordum. Ne edebim ne terbiyem el vermezdi. İçimden 'Ya Sabır!' çektim.
 
"Cevap vermediğine göre bunun anlamı kabul ediyorsun. Akşam tekrar burada buluşuruz." dedi.
 
Bu defa dışımdan tıslar gibi,
"Ya sabır! “deyip hızla arabadan indim. O arabada kaldığım sürece sinirlerime hakim olmam imkansızdı. Her şey bir sözleşme uğrunaydı, borçlu olduğum için  yapmak zorundaydım.
 
Arabadan inmemle o da çoktan gaza basıp uzaklaşmıştı. Elime verdiği paraya bakıp iç geçirdim. Her şey şu dünya malının yüzünden olmamış mıydı zaten. Para gözlü bir enişteye sahipsen kardeşine bile güvenme. Bundan sonra iyi bir ders çıkar Asiye Gülcüm.
 
Caddede bulunan tesettür mağazalarından birine girip akşam için güzel bir abaya ve şal baktım. Normalde paramı böyle giyim kuşamıma israf etmem fakat ne yazık ki kıyafet olarak sadece valizdeki eşyalarımla ortada kalmıştım. Akşamki yemek programında da nasıl bir ortamla karşılaşacağım belli değildi.
 
Kendi kendime,
"Adam şık kıyafet diye bastıra bastıra söyledi, Cumhurbaşkanı ile toplantısı var sanki." diye tısladım.
 
Onlarca mağazada gezip vakit öldürdükten sonra nihayet gümüş renkli güzel bir babet , kolları işlemeli bordo şık bir abaya, buz mavisi zeminde bordo çiçek desenli ipek şal ve çanta takımında karar kılmıştım. Üzerime denediğimde ise şalın gözlerimi ön plana attığını fark edince çıkartıp değiştirmek istemiştim ki saate bakmamla hiç uygun bir karar olmadığını varsayıp ücretlerini ödedim. Üzerimde o kadar güzel durmuştu ki ben bu abayaya bayıldım. Gerek kol işlemeleri ve gerek sadeliği ile çok şık asil duruyordu. Şal çanta takımı ise velinimet gibi karşıma çıkmıştı. Normalde kombin yapmakta zorlanan ben için iyi bir seçim olmuştu. Mağazadaki kız makyaj yapmak için çok ısrar etse de ben nazikçe teklifini reddettim. Bu şekilde bile kendimi değişik hissediyordum. Hele ki o adam için dışarıya makyajlı çıkmam uygunsuzdu.
 
Aynada şalımın ön kısmına ayar vermeye çalışan ben sonunda pes edip sitemle,
"Aman sen de dağınık kal! Kendimi bildim bileli şu ipeklerin önüne ayar veremiyorum." diye tısladım.
 
Arkamda aynadan bana bakan personel kız tebessüm edip,
"İnanın çok güzel oldunuz. İzin verin önüne yardım edeyim." dedi.
 
Savaştan çıkıp bitap düşen  asker gibi çaresiz kabul ettim.
 
Bir kaç el hareketiyle nihayet düzgün  durmuştu. Ah şu eşarp önleri benim bu hayattaki en masum imtihanım! Hayranlıkla kıza baktım onun başındaki eşarp da ipekti. Demek bu yüzden başarılı diye düşünürken kız bir adım geriye gidip,
 
"Merak etmeyin. Böyle de çok güzelsiniz. Az önceki arkadaşın makyaj ısrarını maruz görün. Makyaj olsa bu doğal güzelliğinizin bir manası kalmazdı. Gözlerinizi makyajla öne çıkarmak yerine şalınız yeterince görevini yapmış. Daha fazlası olursa nazar değer Allah korusun. İnanın eşiniz de çok beğenecek. “dedi tebessümle.
 
İçimden,
'Ah neredee o günler! Benim öyle normal tıkırında bir hayatım yok. Saçma sapan borcum yüzünden düştüğüm şu  hallere bak.' diye söylendim.
 
Yüzümü cevap bekleyen kıza  döndüm.  Tebessüm edip utanarak,
"Estağfurullah mühim değil. Teşekkür ederim." deyip mağazadan çıktım. 
 
Saatin geldiğini görüp aceleyle meydana vardım. Kararan havada biraz serin, hafif bir rüzgar  esintisi vardı. Allah'tan akşam namazımı mağazanın mescidinde eda etmiştim. İçimi kaplayan huzurla akşamın şerrinden emin bir hissiyatım oluşmuştu.
 
Rüzgarın hafifçe esmesi arada şiddetleniyor sonra tekrar eski halini alıyordu. Şalımın ipek olup hafif olması bu yüzden hiç  iyi olmamıştı. Aksi gibi gelen her esintiyle havada dalgalanıyordu. Her ne kadar ucundan tutmaya çalışsam da inadına dans etmek ister gibi yine kurtulup yine şaha kalkıyordu. Sonunda pes edip kararan havayla derin bir nefes verdim. Esen rüzgarla titreyen bedenime kollarımı doladım.
 
"Bir an önce gelse de daha fazla üşümesem" diye düşünürken gözlerim bir noktada durdu.
 
Bir küçük çocuk kaldırımın kenarına büzüşmüş mendil satmaya çalışıyordu. Soğuktan üşümüş olacak ki burnu kızarmıştı. Yanına gidip oturdum. Hızla toparlanıp sevinçle bana baktı.
 
"Abla mendil mi alacaksın?" dedi.
 
Ben de hayır anlamında kafamı salladım. O da hayal kırıklığına uğramış olacak ki  küçük  dudaklarını büzüp tekrardan kaldırımlara sindi.
 
"Üşüyorsun değil mi? “dedim.
 
O da zeytin siyahı gözleriyle   bana bakıp,
"Evet “dedi.
 
Elimdeki poşetleri karıştırıp içinden kalın ceketimi çıkardım. Tebessüm edip elimi uzattım.
"Gel bakalım küçük bey."
 
O da merakla karşılık verip küçük elleriyle elimi tuttu.
Ceketimi hızla ona giydirip düğmelerini ilikledim. O da her yaptığım hareketi dikkatle izliyordu. Ceketim ona haddinden fazla büyük gelmişti. Kolları yere değecek kadar uzundu.
 
Aslında  üzerinde palto gibi durması bir yandan da iyiydi. Bu onu daha sıcak tutardı. Kollarının uzun olması hem komik hem de tatlı bir hava katmıştı küçük çocuğa. Tekrar tebessüm edip adını sordum.
 
"Ahmet “dedi.
 
"Ne güzel adın varmış. Benim Peygamberimin (sav) adı da Ahmet." dedim.
 
"Ahmet mi? Ne güzelmiş. Abla seni Peygamberin mi gönderdi?" dedi.
Ben de duyduğum cümleyle biraz afallayıp tebessüm ettim.
"Tek benim değil ki , O senin de Peygamberin ve o senin gibi çocukları çok sever. “dedim.
 
Zeytin gözleri ile bana bakıp  büyük bir tatlılıkla,
"Aa öyle mi?  Ben de onu çok seviyorum. “dedi .
 
Bir yandan da ceketin uzun gelen kollarını kıvırıyordum. Elleri ortaya çıkınca soğuktan kızardıklarını fark ettim. İki elini de avuçlarıma alıp annemin beni ısıtmak için kullandığı tekniği uyguladım.
 
"Sana sarılabilir miyim?" dedim.
O da kafasını olumlu yönde aşağı yukarı salladı. Tebessüm edip sımsıkı sarıldım ve sırtını ısınması için sıvazladım.
 
O çocuğun yerinde kendimi hissettim. Anne babasız yalnız bir ben. Üşüyen bir Asiye Gül ve üşüyen bir küçük Ahmet.
Çocuktan ayrılıp tekrar yüzüne baktım.
 
"Şimdi nasılsın? Isındın mı?"
 
Tebessüm edip,
"Evet biraz, teşekkür ederim abla." dedi.
 
Ben de tebessüm edip elinden tuttum ve onu soğuk zeminden kaldırdım. Beraber yan tarafta bulunan sıcak çay simit satan bir büfeye doğru yürüdük.
 
Sadece ona bir bardak çay ve iki simit aldım.
"Kardeşin var mı ?" dedim.
Anne baban var mı demek içimden gelmiyordu. Biliyordum ki böyle sormak eğer yoksa bile anca yarasını kanatacaktı. Bunu en iyi kendimden biliyordum. Bu yaşımda bile anne baba boşluğunu doldurmak çok zorken küçük Ahmet için daha da meşakkatli olabilirdi.
 
O da kafasını sallayarak,
"Evet abla , bir tane 15 yaşında abim var. Birazdan buraya gelecek. Birlikte evimize gideceğiz. "deyince ustaya döndüm ve,
"Amca 6 simit daha paket yap, bir de birazdan buraya gelecek bir çocuğa sıcak çay verir misin? Ben hesabı şimdiden veriyorum." dedim.
 
Usta,
"Hay hay baş üstüne ! “deyip uzattığım parayı aldı.
 
Ahmet'i büfenin önündeki tahta küçük masa ve taburelerin birine oturttum. Büyük bir iştahla simidini ve çayını içince çok acıktığını anladım. Siparişe  bir kaç ekleme daha yapıp Ahmet'e uzattım.  Sevinç ve minnetle bana bakıp teşekkür etti.
 
"Ahmet ne yapıyorsun burada?"
 
Gelen sesle arkamı döndüm.
Elinde mendil poşeti ile bize bakan 15 yaşlarında bir çocuk vardı.
 
Ahmet sevinçle ayağa kalkıp beni tanıttı.
"Abi bak bu ablayı Peygamberimiz göndermiş. Beni ısıttı ve karnımı doyurdu. Pamuk şeker bile aldı. Çok iyi birisi bak. " dedi cıvıldayarak.
 
Büyük çocuk bana dönüp mahcupça gülümsedi,
"Teşekkür ederiz abla. Allah senden razı olsun. “dedi.
 
Ahmet'e dönüp,
"Ahmet aldığın ürünlerin karşılığını verdin mi peki kardeşim?" dedi.
 
Ahmet mahcupça abisine baktı.
"Hayır abi benden mendil istemedi. Mendil almak istemiyormuş. “dedi.
 
Ben de hemen araya girip,
"Aslında istediğim bir şey var." dedim.
 
Onlar da dikkatle bana bakınca,
"Bu küçük bey yanağından bir tanecik öptürürse ödeşmiş oluruz. “dedim.
 
Küçük çocuk derin bir oh çekip kafasını olur anlamında salladı. Kızaran yanaklarına küçük bir buse kondurduktan sonra gülümseyerek,
 
"Hıh şimdi ödeştik. Ben hayatımda bu kadar tatlı bir yanak görmedim. “deyip yanaklarını sıkıştırdım.
 
Küçük çocuk kıkırdayarak abisine baktı.
Abisi ışıldayan gözlerle,
"Abla hakkınızı nasıl öderiz. Teşekkür ederiz Allah razı olsun sizden." dedi.
 
Bende tebessüm edip,
"Estağfirullah ablacım o nasıl söz öyle, sizin bu dualarınız benim hazinemdir. Asıl benim teşekkür etmem gerek. " dedim.
 
İkisi de tebessümle karşılık verince yaklaşan pamuk şekerciyi fark ettim. Yanımıza kadar gelen pamuk şekerciden 2 tane pamuk şeker alıp,
"Bunlar da sizin" diyerek sevinçle  elimde salladım.
 
Kızaran burnuyla bana bakan Küçük Ahmet şirin sesiyle,
"E bunu nasıl ödeyeceğiz?" dedi.
 
Ben ise yine gülerek elimle yanağını işaret ettim.
"Diğer yanak duruyor hâlâ." dedim. O da kıkırdayarak onay verdikten sonra diğer yanağına da küçük bir buse kondurdum.
"Hadi hadi üşümeyin siz. Ben sizi burada tutmayayım. Hemen çayınızı içip eve gidin olur mu küçük bey?" dedim.
 
Küçük Ahmet ise ani bir hareketle dizlerime sarıldı ve kıkırdayarak ,
"Sarılırsak üşümeyiz." dedi.
Bir anlık düşecek gibi olan ben  eğilip küçük çocuğa sıkıca sarıldım.
 
Ahmet ilaç gibi gelmişti bana kendimdeki boşluğu dolduruyor gibi hissettim. Sanki Ahmet ben, ben ise babam ve annemdim. Yaralarım sarılmış gibi hissettim. Özlemim bir nebze sarılınca geçmişti. Kucaklayıp bir tur dönünce üşümesin diye sırtını sıvazlarken karşımda siyah bir arabanın olduğunu fark ettim. Biraz daha dikkatli bakınca içindeki kişi o olmalıydı.
O araba ne zamandır oradaydı da ben yeni fark ediyordum?
Üzerimde biraz utanç biraz mahcubiyet vardı.  Belki de oyalandım  diye bana kızacaktı.
 
Arabadaki siyah siluet beni izliyor gibiydi. Belki de yeni geldi beni tanıyabilmek için inceliyordu diye geçiştirdim. Elimdeki pamuk şekerlerle öylece arabaya bakakaldım. Her ne olursa olsun geç kalmamalıydım.
Küçük Ahmet’e elimdeki şekerleri teslim edip gülümsedim.
 
"Hadi artık küçük bey daha fazla üşümeyin eve gidin. “dedim.
 
O da gülümseyip elini öptü ve bay bay  anlamında elini salladı. Yaptığı  bu harekete istemsizce gülümsedim  aynı şekilde karşılık verip yanlarından  uzaklaştım.
 
Daha fazla oyalanmasam iyi olurdu. Yoksa bu arabanın içindeki siyah siluet beni yaptığım iyiliğe pişman edecekti.
 
Merdivenlerden inip arabanın yanına gelince göz ucumla arabanın içine baktım.   Yanılmadığımı şimdi anlamıştım Bu adam beni izliyordu. Yalnız gözündeki güneş  gözlüğünden kızgın mı yoksa başka bir duyguyu mu barındırıyor anlayamıyordum. Nasıl bir adamdı bu böyle? Hangi akıllı akşam karanlığı güneş gözlüğü taksın ki? Aksiyon filmi aktörü sanki? Egosundan göğü delecek mübarek!
 
Ben düşüncelere dalmışken onun arabadan indiğini geç de olsa fark ettim. Bana doğru bakıp üzerimdeki kıyafetleri baştan aşağı süzdü. Soğuk havanın da etkisi ile utançtan kızaran yanaklarımı gizlemek için başımı iyice yere eğdim. Adam arabanın önünden dolaşıp yanıma kadar geldi. Gözlerini üzerimden hiç ayırmıyordu. Bir şeyleri anlamaya çalışıyor gibi bir yüz ifadesi vardı. Ben  ise bundan son derece rahatsızdım. Yani kızacaksa kızsındı , böyle süzme bal gibi süzmenin ne alemi var?
 
Arkamdan geçip ön kapıyı açtı. Ve arabaya dayanarak bana bakmaya devam etti.
 
"Yani yeter be! Ben de insanım süzme bal muamelesi göstermeyin bana" demek isterdim ama demedim.
 
Birden arkamdan yükselen ses tökezlememe sebep olmuştu.
 
"Abiii! Eşiniz çok güzel olmuş öyle değil miii?"
 
Duyduğum sesle arkamı döndüm. Aynı şekilde önümdeki siyah siluet de o tarafa doğru baktı.
 
Sesin sahibi tabiiki küçük Ahmet idi. Ah küçük bey beni nasıl zor duruma soktun bir bilsen!
Anlaşılan yanlış anlamışlardı. Yüzüm domates gibi kızarmaya devam ederken adamın suratındaki ifadeyi anlamak için göz ucuyla ona baktım. Yanılmamıştım ki o da hâlâ bana bakıyordu. Yüzümün kızardığını görmesin diye çantamla yüzümü kapattım. Tamam kabul ediyorum rezil bir hareketti ama olsundu. Onun da bu kadar uzun bakması gerekmezdi.
 
Bir kolu arabaya dayalı vaziyette,
"Hayal kurmayı bırak da arabaya bin. “dedi.
 
İşte geldi. Ben de diyorum o dağ odunu ne zaman gelecek? Hemen de teşrif ettiler.
 
Çantamı yüzümden indirdim ve içindeki kağıt parçalarını çıkarıp hızla eline tutuşurdum. Bir kaç saniye elindekilere ve bana bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştı.
Ben ise sitemle bana yaptığı lafları ona geri sattım.
"AL MAKBUZLARINI! GERİSİ BAHŞİŞ OLSUN!" dedim.
 
Tabiiki de açtığı kapıdan ön koltuğa binmeyecektim.
Hızla arka kapıyı açıp yine arka koltukta yerimi aldım. Yaptığım harekete bozulsa da derin bir nefes verdi ve boşuna zahmet edip açtığı kapıyı hızla örttü.
Elindeki para ile makbuzları hiç bozuntuya vermeden, siyah takımının iç cebine koydu. Hızla arabaya binip şoför koltuğunda yerini aldı. Dikiz aynasından bana kısa bir bakış attı. Bozulmuş suratında kaşları çatık bir hal almıştı.  Hiç bir şey söylemedi.
İşte bir anlık gördüğüm bu görüntü içimin yağlarının erimesine sebep oldu. İçimden gelen keyifle kafamı cama yasladım ve  arabanın kalorilerinden çıkan sıcaklığın tadını çıkardım. Yol boyunca karanlık şehrin aydınlık ışıklarını izleyerek manzaramı güzelleştirmeye çalıştım. Malûm arabadaki dağ odunu artık örs olmuştu. 
.
.
.
Kızıl Elma🇹🇷
 
YAZAR:GÜLÜZAR ATLIHAN
 
♥Instagram Adresi
@1atlihanguluzar
 
 ♥Twitter Adresi
@1afitabvari
 
♥Wattpad Adresi
@yzrguluzaratlihan
 
Vote ve yorum yaparsanız çok mutlu olurum.🙃
 
DEGERLİ ÖMRÜNÜZDEN NAÇİZANE ROMANIMA VAKİT AYIRDIĞINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLER😘
 
Kitap kokulu kalın.
İyi okumalar.♥♥
 
 
   

KIZIL ELMAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin