Tüm gücümle ileri atıldım. Çığlıklarıma engel olamıyordum. Bir çift güçlü kol tarafından geri çekildiğimde hala merdivenleri tırmanıp Izzy'nin yanına gitmek için çırpanıyordum.
"Ronald bırak! Bırak! Izzy orada! Bırak Ronald!"
Luke'un benden daha zor bir savaş verdiğinin farkındaydım. Binayı ttireten sesler çıkarıyordu. Gürlemek onun için az bir tabir gibi görünüyordu.
Ronlad'ın kenarda donmuş kalmış olan Atlantis'i çağırdığını gördüm. Önemsemeden savaşıma devam ettim. Güçlü kollar beni bıraktığında özgür kaldığımı zannedip iki basamak çıktım. Atlantis önüme dikildi ve Ron'dan daha sert bir şekilde beni sürükledi.
Ronald ve Percy, Luke'u zapt etmeye çalışırken, Atlantis profesyonel bir şekilde beni geri çekiyordu. Binadan çıktığımızda sokakların insanla kaplı olması endişemi arttırdı.
Caddeye sert dönüşten hızla geçen bir itfaiye arabası girdiğinde ters şeylerin olduğunu anlamıştım. Kırmızı araç sert bir frrenle otelin önünde durunca teorim neredeyse kesinlik kazandı.
Binanın etrafına sarı bantla şerit çekildi ve biz dahil herkes bu sınırın arkasında bırakıldı. Luke hala bağırıyordu. Ben çabalamayı bırakmış, Ronald'ın kolları arasına yığılmıştım. Atlantis görevlilerle konuşmaya çalışıyordu.
Bir de ambulans sokağa girdiğinde Isabella'yı bulduklarını zannedip doğruldum. Hiç kimse yoktu. Ekipler binaya girmiyordu. Luke inatla içeride birilerinin olduğunu söylüyordu.
Sarı şeridin içinde kalan bir itfaiye eri çelik bir zırhı üzerine geçirdi. Diğerleri erin kollarına demir plakalar taktı. Kafasına ağırlığı ürkütücü bir kask yerleştirildi.
Er, binaya doğru adım atmak üzereyken kapının ağzından birkaç damla kan göründü. Bir kadın karnına saplanmış demir bir boruyu tutarak dışarı çıktı. Adımları korkunç derecede ağırdı. Bembeyaz olmuş ve uzun boruyu tutacak hali kalmamış görünüyordu. Görevliler onu tuttu ve ambulansa götürdüler.
Binadan çatırtı sesleri yükseldiğinde zırhlı er koşarak içeri girdi. Bir şey olduğunu anlayıp Ron'dan kurtulmaya çalıştım. İzin vermedi. Kafamı kaldırdım ve yüzüne baktım.
Benim zavallı sevgilimin esmer teni solmuş, gözlerini korku bürümüştü. En metanetli olanımız o olsa da korkusu oldukça bellliydi. Sadece o kontrolü bu dehşet duyguya bırakmıyordu.
Ben Ronald'ı izlerken er dışarı çıktı ve elini "çok kötü" anlamında salladı. Nefes nefeseydi.
"Temel 8 santim kaymış. 6 ana kolondan 2'si yıkılmış. Binanın daha fazla ayakta dikilmesi imkansız."
"Kaç dakikamız var."
"En fazla 15."
Gözlerim kapıya sabitlendi ve öylece kaldım. Kıpırdayamayacağımı biliyordum. Bilmediğim tek şey, Isabella'nın niye içeride olduğuydu.
-Isabella'nın anlatımından-
Koridorda koşarken herkesin aksine sakindim. En azından mantıklı düşünecek kadar sakin...
Ölmek, burada molozların altında can vermek korkunç değildi. Belki değişik bile olabilirdi. Ben bunu önemsemesemde yanımdaki 5 kişi bunu hak etmiyordu. Bu yüzden onlarla koştum.
Minik koridorlardan birinin önünden geçerken cılız bir çığlık duydum. Gerçi çığlık gibi değildi. Miyavlama? Ağlama?
Hiç düşünmeden koridora saptım. Aklı başına birkaç kişinin onları yanıma gelmesi konusunda durduracağını biliyordum.
İlerledikçe ses netleşti ve ben bunun bir bebek ağlaması olduğunu fark ettim. Olmaz. Olamaz. Tek korkum. Hayır, olamaz. Bebek! Bebek olmaz!
Bebeklerden korkuyordum ve gerçekten araftaydım. Korkum ve bir canlının hayatı. Sesi çok büyük olmadığını ele veriyordu. Daha kötüydü. Hem küçük bir insan hem de daha da korkunç bir bebek.
Yapmak zorunda olduğumu hissettim. Korkunun zamanı değildi. Bina dayanıklı görünmüyordu ve onu kurtarmak için zaman olmayabilirdi.
Koridordaki tek camlı kapının arkasında olduğunu biliyordum. Buzlu cam görüşümü kesiyordu ama geniş bir alanın üzerinde kıpırdayan minik bir şeyi ayırt edebiliyordum.
Kapıyı zorladım. Açılmıyordu. Kilitli olmalıydı.
Kafamı sola çevirip sağ kolumun dirseği ile cama sert bir darbe indirdim. Buzlu cam önüme yığılırken yukarıdan düşen bir parça bileğim ile dirseğim arasında kalan iç kısma isabet etti.
Kolumda kalan ortalam 4-5 parmaklık camı çıkarttım ve yere attım. Kanıyordu ama önemsemedim.
Kolumu içeri uzattım ve kapıyı arkadan açmaya çalıştım. Olmuyordu, kıpırdamıyordu.
Kafamı kaldırdığımda yaptıklarımın boşuna olduğunu anladım. Kiriş yan kaymıştı ve bu kapıyı sıkıştırıyordu. En başından beri bir tekme yeterli olacaktı.
Sert bir tekme ile kapıyı açtığımda odaya dalmam işten bile değildi. Zaman kaybetmeden yatağa ulaştım. Terlediğimi hissediyordum.
Küçük yaratık benim yatağın üzerine eğilmemle sustu. Beni görmüştü. Meraklı gözleri üzerimde geziyordu. Minik yumuşak ellerini yumruk yapıp ağzına götürmüştü. Bu küçük oğlan bana birini hatırlatmıştı. Süt beyazı bir ten, buz mavisi gözler ve altın sarısı saçlar. Luke. Luke'a çok benziyordu.
Kafamı kaldırıp yatağın arkasındaki camdan dışarı baktım. Luke görevlilerle tartışıyor, öne atılmaya çalışıyordu. Amy, Ron'un kolları arasına yığılmıştı.
Zaman kaybetmeden bebeği üzerinde yattığı mavi örtüye sardım. Elinde bir kartla oynuyordu ama ne olduğuna bakmadım. Bebek eşyalarını içeren çantayı da alıp koluma taktım. Yatağın kenarından sarkan bir fotoğraf gördüm. Tereddüt etmeden aldım.
Küçük bebek bu haldeyken bile gülüyor ve beni tanımaya çalışıyordu. Saçlarımı tutuyor ve yanağıma ulaşmaya çalışıyordu. Ne kadar beni korkutsa da gülümsemekten kendimi alamadım. Rahatsızlık hissinin perde perde azaldığını hissediyordum.
Koşmaya başladığımda merdivenlere ulaşmam en fazla 40 saniyemi almıştı. 2 katı ışık hızında indiğimde başım döndü ve çatlak duvara yaslandım. Kolumdaki yara iyi değildi.
Minik oğlan elindeki kartı bana uzattığında gözüm ister istemez yazıya kaydı. Bu bir aşı kartıydı. 4 aylık bir bebek içindi. Adını okumam beni bir süre dünyadan kopardı.
Matt Suarez... Aynı dedem Mark Sulez gibi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Seneye Yoksun
Romantizm"Şşş. Sadece sessiz ol. Sükûtun bir toprak gibi bütün olumsuzlukları yok etsin Amy. Sessizliğin bile iyi gelsin. Yanımda olduğunu bilmek bana yetsin. Sadece sen kollarımın altındayken, buram buram kokunu hissederken rahatlamama izin ver. Birkaç daki...