İkinci Kısım Yirmi Üçüncü Bölüm

28 5 0
                                    

Cenazemiz var, siyahlarımızı giyelim :'(


Not: Eğer aklınız karışmazsa medyadaki şarkıyı açabilirsiniz, bölümle sözlerin alakası yok ama havasındaki kasvet benziyor. 


Üçüncü kısma son bir...


İyi okumalar! ^-^






Cenaze hayal edebileceğimden daha ağır geçmişti. Milagros'un anne ve babası Bozok'tan hızlıca Piran'a varmıştı, onlar gelene kadar da cenazeyi defnetmemiştik. Geldiklerindeyse büyük bir kıyamet kopmuştu. Ağlayışlar ve yakarışlar öyle kulak zarı parçalar nitelikteydi ki beni bir sene öncesine götürmüştü. Zor olsa da kendimi cenazeden uzakta tutmaya çalışmıştım. Bunun sebebi, kendimi yaşanılan acının eşiğinde kaybetmekten çok, Milagros'un anne ve babasının bana bakarken ki suçlayıcı ifadesini görmekti. Geldiklerinden beri, orada bulunmaması gereken değersiz bir parçaymışım gibi bakıyorlardı bana. Yanlarına yaklaşıp baş sağlığı bile dileyememiştim; yakınlarına birkaç adım girdiğim anda ağlamaktan şişmiş gözlerini üzerime dikiyorlar, beni baştan ayağa küçümseyerek ve iğrenerek süzüyorlardı. Sesimi bile çıkaramadan geri dönüyordum her defasında.

Yaklaşık yirmi beş adım ötemde duyduğum yürek ağrıtan ağıtlar ve ağlayışlar, kürek sesleri ve daha yüzlerce farklı yakınmalar üzerime kara bulut misali çöküyordu. Kalabalığı öylece uzaktan izlemek canımı sıkıyordu.

''Annem,'' diyen bir haykırış, tüm gürültüyü bastırdı neredeyse. Öyle bir canından can vererek söylüyordu ki kelimeleri, titrekçe iç çektim. ''Çocukların ömrü annelerinden kısa olur mu, annem,'' diye bağırıyordu, Milagros'un annesi. Ellerimi dudaklarımın üzerine örttüm. Annesi yere çökmüş inleyerek ağlarken her atılan kürekte daha da şiddetleniyordu acısı. Oraya gidip sırtını sıvazlamak istedim. Acısına ortak olmak istedim, çünkü bu çaresizliği çok iyi biliyordum. Mezarın önünde yere çöküp kalmayı, ''Hayat bu kadar mı?'' demenin hissettirdiği boşluğu, hiç dinmeyecek bir yangının göğsünün ortasına oturmasını çok iyi biliyordum. Arkadaşımı kaybetmenin acısını hissetmekten çok, bu annenin yakarışındaki acıyı hissediyordum iliklerime kadar.

Bakışlarımı sola doğru çevirdim; az ilerimde, kalabalıktan uzakta bir mezar taşının yanına oturan; başı önünde, kalabalığı öylece izleyen Aiden'ı gördüm. Gözlerimdeki yaşı silip derin bir nefes aldım. İçinin nasıl yandığını kestiremiyordum, yüzüne baktığımda acının ifadesini görebiliyordum ama sesini çıkarmıyordu hiç. Gözleri doluyordu ancak gözyaşı dökmüyordu. Çökmüş omuzlarının üzerinde kilolarca ağırlık var gibi duruyordu, yine de ağzını bıçak açmıyordu. Bu hâlini görmek beni de paramparça ediyordu. Ona doğru yaklaştım. Omzuna dokunup dokunmamak arasında kalmıştım. Onu yalnız bırakmak mı doğru bir karardı yoksa yanında olmak mı?

Artık herhangi bir şeyin doğru ya da yanlışlığına karar veremiyordum. Doğrudan ya da yanlıştan çok, doğru ve yanlış görünen yollar vardı. Gül bahçeleri kurak araziye de dönebiliyordu, kurak araziler papatyalar da açabiliyordu. Sadece ona sarılmak, onun beni ailem öldüğünde deliliğin içinde terk etmediği gibi ben de onu terk etmemek istiyordum.

Omzuna dokunduğumda irkildi, başını hafifçe omzunun üzerinden çevirip bana bir bakış attı. Ardından önüne döndü. Yanına oturdum. Omzunu güç olmak ister gibi sıkıp elimi kaydırdım, sırtını sıvazladım. Başımı eğip yüzünü incelerken göz çevresinde gördüğüm kırışıklıkların, parlaklığı solmuş mavi gözlerinin tanıdığım Aiden'ın güzel gözleriyle yakından uzaktan alakasının olmadığını fark ettim.

Element: HayaletHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin