iki

1.9K 211 117
                                    

“sen gerçekten kafayı yemeye başladın, seni buralardan toplamak zorunda mıyım ben?” burnunu çekti hyunjin, bakışlarını baktığı yerden çekti ve nefes aldı. bıkmış her bir şeyden. “onun için, katlanma bana.” göz deviriyorum. “bunu sana sormayacağım, aptalca davranmayı bırak sadece.”

başını sallıyor. “hyung.” sigaramı tutuşturduktan sonra cevap veriyorum. “hm?”
“ondan önce de içiyor muydun, sigarayı yani.” gülümsedim. “hayır, nefret ederdi kokusundan.” tekrar başını salladı, sonra bileğindeki toka ile saçlarını topladı.

“o, bir mayıs akşamının, en derin yarası, benim yaram.”

yara. hyunjin'in aşkı hep yara, hep acı. benim her bir şeyim hep yara, hep acı. bu yüzdendir onunla ortak noktalarımızın olması, onun aşkı, benim canım. belki onun da canı.

canımın parçası.

“dün seni biraz izledim hyung, neden tekrar gittin bara?” nefes veriyorum. bara çok bittikçe gitmem, farkında. “sigara içmek için, bir duvar kenarı lazımdı.” başını sallıyor.

titreyen telefonuma takılıyor gözlerim, sonra “anne.” yazısına. genelde aramaz beni, hyunjin’in gözlerinin de o yazıya kaydığını görüyorum. açar mıyım, açmaz mıyım, merak ediyor.

açtım. açmazsam defalarca arar.

“minho.” bir annenin ağzına, nasıl da yakışmaz böyle çocuğunun adı. cevap vermedim, ona anne falan demem. “annelik kutsaldır.” diye çok kandırdılar beni, o yüzden, ona anne diyemiyorum, kutsal bir şeye ihanet. “duyuyorsun tabii, nasılsın?”

“bok gibi.” bok gibi, fazlası yok, iğrencim. beni düşündüğü de yok, vicdan rahatlatıyor, onu düşünmediği gibi, beni de düşünmüyor. “gelsen yanıma, bir görsem minho, ne çok özledim bir bilsen.” özlediği falan yok, dün, aklına estim, bugün aradı. yarın umursamaz. “ben özlemedim.” ses tonum değişmiyor, aynı. dürüstüm çünkü, özlemedim onu. “çok haklısın, biliyorum ama biz böyle olsun ister miydik? bak je-” kapadım.

yüzüne kapattım. onun adını söylemeye hakkı bile yok. “gidelim hyunjin eve, hadi.” ellerini ceplerine koydu. “hiç kimsenin ağzına yakışmıyor adı, o kadar güzel ki, yakışamıyor. kim koydu onun adını?” iç çektim. “ben.” doğunca bile, o kadar önemsemediler ki onu, ismini ben bir isim söyledim ve koydular işte.

şimdiyse o isim sadece bir yazı.

“adını seviyordu.” sustum bende. geçmiş zaman ekleri, nefret ediyorum. ondan geçmiş gibi bahsetmekten nefret ediyorum ama bu kadarız işte, geçmiş oluyoruz bir anda.

“telefonunu sessize alır mısın hyung?” sesi titriyor bunu söylerken, az önce yaptığının farkına varıp ağlamaya başlamış. dediğini yapıp telefonumu sessize aldım, aramaya devam etti, umrumda bile olmadı. “hyung deyişin ona benziyor.” belki de alabileceği en güzel iltifat hyunjin’in, ona benzemek. önemli onun için, ona benzemek, o olmak.

“hyung, hyung, hyung.” kıkırdıyor kendi kendine, bir şey demiyorum, hyung demeye devam ediyor. “başka bir şeyim benzemiyor mu?” hoşuna gitmiş gibi. “hayır, o senden daha yakışıklı.” gülümsedi, başını eğdi. “biliyorum.”

eve vardığımızı görünce elimi sağ cebime atıp anahtarları çıkarıyorum, genelde hyunjin unutur. merdivenleri çıkıp dış kapıyı açıyorum, arkamdan geliyor usulca. apartman dairesinin kapısını da açıyorum ve içeri atıveriyoruz kendimizi.

yorulmuşum.

kulaklıklarını çoktan takmış görüyorum onu, genelde böyle gece bir saat müzik dinler, sonra uyurdu hyunjin. gündüzleri mesleği olan fotoğrafçılığı yapar, akşamları aynı yere uğrar hep. bazen eve gelmeyi unutur ve onu ben alırım, bugün olduğu gibi.

ona çoktan alışmışım.

ben, bir yazılım şirketinde çalışıyorum. evde çalışmak için en iyi mesleklerden biri olduğunu düşünüp üniversitede yazmıştım burayı. bana “sıkıcısın hyung.” demişti ama omuz silkmiştim onun bu dediğine, para kazanmak için iyi bir meslekti. arada bir şirkete uğrardım.

şimdi de, muhtemelen biriken e-postalar ile ilgilenmeliydim. daha sonra, uyurdum sanırım. bazen uyuyordum, bazen bir dizi açıp hiç bir şey anlamadan ekrana bakıyordum öyle. hayattan pek bir tat alabildiğim söylenemez. yaşamak için tonlarca nedenim de yok zaten.

ama bir tanesi var, bir tanesi var. o bir tanesi yeter işte.

masanın üstünde duran dizüstü bilgisayarımı alıyorum elime.

e-postaların arasında geziniyorum, iş için olan postaları yıldızlı yere koyup, gereksiz olanları siliyorum, genelde gereksiz olanlar reklam için oluyorlar.

birisinden bir posta var, diğer postaların yanı sıra farkı, kişisel bir e-posta adresinden geliyor olması.

kullanıcı adına takılıyor gözlerim, chris bang.

dün tanıştığım çocuk olduğunun farkındayım, ne yazdığını az çok merak ediyorum. aslında sorulması gereken pek çok soru var, e-postamı nereden buldu gibi. iş için açılmış e-postama mail atmış olması beni daha da işkillendiriyor çünkü, aynı şirkette çalışıyor olma ihtimalimiz yüksek.

posta'nın üstüne tıklıyorum, bir kaç saniye yüklenmesini bekledikten sonra açılıyor, çok bir cümle yok yazılan, iki cümle.

gönderen: chrisbang97@gmail.com

alıcı: leeminzn@gmail.com

birisine, görüşürüz diyorsan, görüşmelisin. yine birlikte sigara içeriz diye düşünmüştüm.

boşuna düşünmüşsün, diye yanıtlamak istiyorum onu. fakat bu şirketimin himayesi altında olan bir posta hesabı.

komik olan, sadece bir gün gördüğüm birisinin bunları yazması her şeyden önce. görüşürüz dememiştim ona, tebessüm etmiştim sadece.

postayı sil, tuşuna bastım ve postasını çöp kutusuna yolladım sadece.

söyle, neredesin bal

duman, bal.

mayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin