sekiz

1.2K 167 81
                                    

“avustralya’dan bir arkadaşımın pastanesi burası, küçük ama tatlı. babaannesi ile işletiyor burayı.” dün, söz verdiği gibi kahve içmeye gidiyoruz. gittiğimiz yer, onun için tanıdık olan bir yermiş, kahvesini ve muffinlerini çok seviyormuş.

“e, neden geldi ki kore’ye? avustralyada da açabilirmiş.” elleri ceplerinde iken başını salladı chris. “dedim ya, babaanesi burada. avustralya'lı değil zaten, sadece orada doğup büyüdü.” anladığımı belirtmek için kafamı salladım. “bende koreliyim aslında ama avustralya da yaşadım sadece.” bakışlarımı yoldan çektim, avustralya'lı sanıyordum.

“sen niye geldin?” dediğimde pastanenin kapısını itti chris, küçük bir çan sesi çaldı küçük pastanede. “a, chris hoşgeldin.” gülümsemesini taktı yüzüne chris de. “selam, roseanne.” ingilizce selamlaşmışlardı, böyle anlaşıyorlardı herhalde. roseanne'in bakışları bana kayınca korece konuşmaya başlamıştı. “hoşgeldiniz.”

tatlı bir kızdı, uzun pembe saçları vardı ve pastane de pembe rengi ve tonları ile döşenmişti. resmen ikimiz de buranın enerjisini sömürebilirdik, kapalı renkler giyinmiştik çünkü. “hoşbuldum.” dediğimde, roseanne eli ile bir masayı gösterdi. “oturun lütfen.” chris masaya ilerleyince bende ilerledim.

ikimizde küçük masada karşı karşıya oturunca, sorumu yineleyip yinelememek hakkında düşündüm. çünkü, soruyu sorduğumda yüzü düşmüştü sanki, belki de yanlış gördüm. bilmiyorum işte.

“ne yiyeceksiniz? âh, roseanne bu arada ben.” başımla selam vermiş gibi yapıp bende kendimi tanıttım ona. “minho bende.” memnun olduğunu belirtmek için eğilince gülümsedim. aslına bakılırsa, ne yiyeceğimizi chris’e bıraktım çünkü buraya beni o getirdi.

“muffin ve meşhur kahvenden alalım, ikimiz için de.” roseanne yüzündeki gülümseme ile mutfağa ilerken duraksayıp arkasına döndü. “jennie gelirse, mutfakta olduğumu söylersin.” chris başı ile onayladı roseanne’i. jennie kimdi acaba.

“babannesi de çok tatlı bir kadın, şu sıralar gelmiyor ama. görsen severdin.” başımı salladım. “eminim ki tatlıdır.” chris de gülümsedi ve bir süre peçeteliği izledi. az önce susmuyordu, sorduğum soru mu isabetsizdi, anlayamıyordum.

“jennie de kız arkadaşı.” peçetelikten gözlerini çekmeden söylemişti. buraya, roseanne’i ve ilişki durumlarını öğrenmek için geldiğimi hiç zannetmiyorum.

garip bir şekilde, onun hakkında konuşmak istiyorum. bunu inkar falan edemem, anlatsın istiyorum. “sadece müzik mi yapıyorsun? yoksa, jisung gibi ek işin var mı?” başını salladı chris, evet veya hayır mı anlayamadım tabii ki. “tercümanlık yapıyorum, bir iki kere senin çalıştığın şirketle de çalıştım. changbin de bir şirkette yönetim ile ilgileniyor. öyle işte, sadece müzik yapsaydık muhtemelen aç kalırdık.”

doğru söylüyor. gruplarına ilgi olduğu bariz ama öyle çok da değil, bir şirket altında da çalışmıyor gibi görünüyorlar. “anladım.” dedim yüzüne bakarak ama onun bakışları hâlâ peçetelikdeydi.

“buraya bunun için mi geldik?” diyiverdim birden. bunun üzerine bakışlarını bana çevirdi. “anlamadım.” soru sorar bakışlarını üzerime kitleyince nefes verdim. ”senin peçetelikle bakışmanı izlemek çok sıkıcı.” güldü bu dediğime, çoğu zaman gülen bir yapısı var zaten. “özür dilerim, bir şey düşünüyordum da. cidden, benim hatam.”

“tamam, affettim.” dediğimde yüzündeki tebessüm arttı. o sıra, roseanne elinde muffinler ve kahveler ile çıktı. masamıza bırakıp biraz geriye gitti. “beğenirsin umarım.” dudaklarını birbirine bastırmış, hafif tebessüm ediyordu. chris önceden yediği için direkt olarak bana söylemişti. tatmin olmak istediğini farkettiğimde bir muffin’i alıp yedim.

güzeldi tadı, minik damla çikolataları ile yapılmıştı. çok ağır bir tadı yoktu ve onu güzel yapan buydu sanırım. “beğendim, ellerine sağlık.” tebessüm etti dudaklarını birbirine bastırmadan. “afiyet olsun, bir şey olursa mutfaktayım.” chris başını sallayıp “tamam.” dedi roseanne'e.

roseanne mutfağa ilerleyince bakışlarımı ondan çekip yeniden chris’e baktım. dünyanın en sessiz randevusu bu sanırım, planlı şeyler hiçte zevkli değil, bu ikinci oluyor. “neye takılmıştı aklın?” diye sordum, yoksa konu açılacağı falan yoktu. “hm?” dedi kahvesinden bir yudum aldıktan sonra.

“aklım bir şeye takıldı dedin, yanlış bir soru falan mı sordum?” başını sağa sola salladı chris ama bence kesinlikle yanlış bir soru sormuştum. kore’ye öylesine gelmedi sanırım. “kardeşlerime takıldı. napıyorlar diye düşündüm, bu akşam ararım dedim sonra kendime işte, öyle.”
başımı salladım.

“lalisa bara pek sık gitmediğini söyledi, niye sık gitmiyorsun?” bu, 'sen çok soru sordun, sıra bende.' demekti sanırım. “ihtiyacım yok.” başını salladı ve muffinlerden bir tanesini yemeye başladı. “benimde ama ben çok fazla gidiyorum.”

“çoğu konuda farklıyız zaten chris.” dedim bir anda. bunu neden dediğimi bilmiyorum, belki de imrendim. “nasıl yani?” kahvemden bir yudum alıp renkli, tahta sandalyede geriye yaslandım. “ben her şeye gülmem, en fazla tebessüm ederim. en son ne zaman kahkaha attığımı bile hatırlamıyorum.” kaşlarını kaldırdı hafifçe, kendimi böyle açmama bende şaşırsam da devam ettim.

“ya da ne bileyim, kendim hakkındaki sorunları senin dün evde yaptığın gibi, koyveremiyorum. sen, kendine zarar vermenin önemsiz olduğunu söylüyorsun mesela, bu gayet önemli.” gülümsedi ama bir şey söylemeden beni dinlemeye devam etti.

“bana kalırsa pek gerçek duygularını dışarı vurmuyorsun.” yüzündeki gülümseme daha da bir arttı. haklı olduğumu gösterir bu. “sen vuruyor musun?”

bu kesinlikle bir kaçış yöntemi. insan, kendi hakkında bir açığı yakalanınca hep böyle karşıdakini sorgulamaya başlar. ”sen yapıyor musun? sen ne haldesin?” oysaki onu konuşuyoruz. “ben gülmek istemezsem gülmem, ağlamak istersem...”

ağlamam. ağlayamam. chris de duraksamama bir 'hah' sesi çıkarmış ve peçete ile elini silmişti. “ağlamazsın çünkü ağlamak sana kendini acındırmak gibi geliyor, kendi kendine ağlıyorsun. belki onu bile yapmıyor, içine içine ağlıyorsun ve bu seni o kadar dolduruyor ki.” dediklerine karşılık gözlerimi gözlerine kitledim. “ee?” gülümsemesini tekrar takındı. “bir gün, patlayacaksın minho. kimin omzu olur bilemem ama bir gün, gerçekten hıçkıra hıçkıra ağlayacaksın, çünkü, kimseye anlatmıyorsun minho, hiç kimselere.”

öyle de basit değil, iki senedir konuşmak çok zor geliyor bana. her gün ayın otuzunu hatırlamak, benim kalbimi parçalıyor. zihnimden çıkmıyor, anlatsam ne olurum kim bilir.

“ama haklısın. ben de duygularımda öyle gerçek değilim pek.” sıkılmıştım bu konudan, sevmedim.

“güzel mi muffinler?” diye soruverdim. “en az senin kadar güzel muffinler bunlar.” diyiverdi.

öyle çokta güzel değilim.

her şeylere değersin,
sen herkesten güzelsin

façanga, herkesten güzelsin.

mayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin