yirmi üç

1.1K 141 168
                                        

odanın kapısının tıklanması ile açmıştım gözlerimi, kaşlarım hemen çatılmış, refkles olarak yorganı üstüme çekmiştim. “bir dakika.” diye mırıldanıp, yerdeki kıyafetlerime uzanmıştım. chris’in odasının kapısının çalınma sebebi neydi ki? direkt olarak giyinmiştim, vücuduma bir utanç duygusu yüklendiğinden sanırım. gözlerimi yan tarafa çevirdiğimde yatağın boş olduğunu gördüm, çok mu uyudum acaba?

giyinmemi bitirdiğimde saçlarım ile uğraşıyordum. “gelebilirsin.” demiştim kapısının arkasında kimin olduğunu bilmediğim için, adını kullanmıyordum.

jisung, kapıdan kafasını uzatmış, bana bakmıştı. ben de ona oturduğum yatakta bakarken, “gelsene.” diye mırıldandım. iyi ki odanın kapısını çalmayı akıl etmişti. changbin de kafasını uzatınca, dayanamayıp bastırdığım dudaklardan bir gülüş bıraktım. “gelin şuraya.” ikisi de kapıyı tamamen açıp, içeri girmişti.

jisung ve changbin, girdikleri gibi gerginliklerini üzerime salmıştı, changbin elini ensesine götürüp duruyor, jisung ise dudaklarını kemiriyordu. ne dönüyordu burada? jisung bir şey demeden odada gezmeye başlamış, önce odadaki mantar panoya kitlemişti bakışlarını. “imzanı attığın post-it nerede?” diye sordu. sorduğu gibi mantar panoya götürdüm ben de bakışlarımı, sahi, her şey oradaydı. post-it’im nerede? “bilmiyorum ki, düşmüştür belki.” dedim, umarım düşmüştür sadece.

o post-it’in ortaya çıkma sebebi komikti aslında. o gün, chris ile çekindiğim fotoğrafı hikaye atmamdan sonra, chris sırf sinirlenmem için; “bir sürü kişi sevgilin mi diyor, ne diyeyim?” demişti. ben de, “ünlü ve çok yakışıklı bir sevgilin olduğunu.” demiştim. o da gülüp, yan tarafımızda bulunan kırtasiyeye girmiş ve elinde renkli post-it, bir de siyah bir kalem ile çıkmıştı. “bir imza alabilir miyim?” demişti, gülümsemesini aklımdan çıkaramamışım hâlâ, kahkahalar içindeyken güzeldi. “tabii.” demiş ve elindeki post-it’i imzalayıp, imzaladığım post-it’i yapışkandan ayırmış, göğsünün üstüne yapıştırmıştım, sarı, fosforlu post-it, siyah sweat’ine renk katmıştı. “kalbine mühürlersin artık imzamı.” dalga geçmiştim, fakat o, sarı post-it’i sweat’inin üstünden almış ve “panoma asacağım bunu.” demişti. gülmüştüm, ciddiye almamıştım. fakat, cidden asmıştı imzamı panosuna, “kalbime mühürlemek mümkün değil ama, panoma astıysam her şeyden önemli olur.” demişti.

changbin panonun etrafına bakınmaya başlamıştı, ne yapacaklar imzamın olduğu post-it’i? ve chris nerede? kafam karışıyor şuan. “ne yapıyorsunuz?” jisung bana cevap vermeden chris’in dolabını açmıştı, bu kaşlarımı daha çok çatmama sebep oldu. boş askılıkları askıdan çıkarıp, yere doğru fırlattı jisung. birisi bana burada ne olduğunu anlatacak mı?

“minho, kavga falan mı ettiniz?” changbin’in sorusu ile bakışlarımı jisung dan, changbin’e çevirdim bu sefer. ne alakası vardı şimdi, neyi sorguluyorlardı? “ne alakası var amına koyayım, kavga etsek aynı yatakta mı yatarız?” tamam, benim sinirlerim de gerilmişti bir yerden sonra. neyi sorguluyorlardı, bir sikim söyledikleri yoktu, bir de gelmiş, saçma sapan sorular soruyolardı. jisung’a baktım tekrar.

chris’in dolabının yanında duran çantalara eğilmiş, onları parmakları ile sayıyordu. “sekiz tane vardı, altı tane kalmış.” changbin’e bakmıştı tekrar, ikisi ben yokmuşum gibi davranıyordu. “bilgisayar çantasından da mı bahsediyorsun?” jisung başını sallamış, dudaklarını tekrar ısırmaya başlamıştı. ne oluyor diye sormadım, söylemiyorlar zaten. elimi telefonuma götürdüm, chris’i aradım sadece.

çalmadı bile.

çalmadı işte. direkt olarak telefonun kapalı olduğunu belirten ses geldi ve hayal kırıklığı ile bıraktım telefonu. “bak, bunun fermuarı açık, bunu götürecekken vazgeçmiş.” poliscilik mi oynuyoruz? neden, saçma sapan kanıtlar arıyorlar? yutkundum, tahmin ettiğim şey olacağını düşünmüyordum. “gitmiş, ama nereye?” diye mırıldandığını duydum changbin’in. ne?

mayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin