otuz

1.4K 138 211
                                    

iki hafta olmuştu. iki haftadır, chris dediğini yapmış ve bana kendini göstermemişti. ona dair tek bildiğim şey, sadece kendisine ait bir şarkı yayınlamasıydı. dinlemiştim.

duyduğum en güzel sesin onunki olduğuna bir kez daha emin olmuştum hatta. sesi ile uyuyordum, elimde değildi. chris’i unutmaya uğraşmıyordum, o ise bana kendisini unutturmaya uğraşıyordu. çünkü ona veda eden bendim, bunu isteyen de bendim.

şimdiyse de evde kimse yok, hyunjin felix’e gitmişti, olanlara bir yorum yapmadı, sadece iyi olmamı istediğini söyledi. gözlerimi kırpıştırmıştım ben de o bunu söylediğinde, çünkü buna ne verecek bir cevabım, ne de “iyi olacağım.” demeye gücüm vardı.

onu istiyordum ama onu affetmek istemiyordum. bana yaptığı için ondan sonsuza dek nefret etmek istiyordum. aşk, nefrete yakın duygu derler, çoğunlukla doğru, bazen ondan delicesine nefret ediyorum. ama aşk bu kadar ağır bastıkça, elimde olmuyor. onu özlemek elimde olmuyor. ya da açıp açıp fotoğraflarına bakmam elimde olmuyor.

kulaklarımdaki beyaz kablolu kulaklık ile, camımın önünde duran tekli koltuğumda oturmuş, dışarıyı izliyordum. şarkılar rastgele çalıyordu, listemde onun yeri de çok fazlaydı. çoğunlukla kulağıma onun ve grup arkadaşlarının sesi doluyordu zaten. itiraf etmem gereken şey, duyduğum en huzurlu sesin ona ait olduğuydu.

son gördüğüm kabustan sonra, herhangi bir rüya ya da kabus görmemiştim. zaten uyumaya bile korkar hâle gelmiştim, ölmesini görmekten korkuyordum. uykusuz kalmaya son beş aydır alışıktım ama kabus görmemek için uykusuz kalmaya alışık değildim. dizlerimi kendime doğru çekip, başımı koltuğa yaslayıp camdan dışarı bakmaya devam ettim.

sokaklar bomboştu. saat gece on ikiye doğru geldiğinden olduğunu biliyordum, yine de bomboş sokaklar beni karamsarlığa itiyordu. sarı ışıklar vuruyordu sadece sokağa, iç çeke çeke izliyordum ben de.

dakikalarca izledim öyle dışarıyı. sonra bir şey oldu.

bomboş sokakta tanıdığım çok iyi birisi yürüyordu, dalgalı sarı saçlarından, sweatlerinden tanımıştım onu. bu sefer sweatinin rengi beyaz olsa da tanımıştım, onu her şekilde tanırdım.* o yavaş yavaş yürürken, onu izlemeye ve kaşlarımı çatlamaya başladım. bara gitseydi benim yolumun üzerinden gitmezdi herhalde.

hayır. böyle bir ihtimal saçmalıktan başka bir şey değil. köprüye gitmez o. o ve köprüler arasındaki tek bağ, benim saçma sapan kabusumdaydı. chris bencil değildi, arkasında onca şeyi bırakmazdı.

oturduğum koltuktan kalkıp kapıya gittim hızla, kendimi kandırmak beni çok yoruyordu. takip edecektim, trafiğe kapalı, intiharların bol olduğu o köprüye gitmediğine emin olacaktım sadece. o köprü benim evime çok yakındı. askılıkta duran siyah hırkayı aldım elime, aylar sonra ilk kez alıyordum bunu. hava esiyordu, üşürdü. bense üstüme bir şey geçirmeden botlarımı hızlıca giyip evden çıkmıştım.

sessiz olmalı, ağlamamalıydım. onu takip ettiğimi bilmesini istemezdim. belki de sadece hava almak için çıkmıştı, ben emin olmak istiyordum sadece. asansörü beklemek istemediğimden merdivenleri koşa koşa indim, tabii binada yüksek bir ses çıkarmıştı bu. umrumda değildi.

binanın kapısını açtığımda yüzüme vuran rüzgar beni ürpertti. hava sahiden çok esiyordu. felaket derler. başımı sağa sola salladım sonra, zihnimin benimle oynamasına izin vermeyecektim artık. birkaç metre önümdeyken, sessizce ve hafifçe koşarak aramızda daha az mesafe bıraktım. arada saklana saklana arkasından ilerliyordum, nedense ona yakalanmak istemiyordum. eğer beni görürse, gittiği yerden vazgeçerdi belki. ben nereye gittiğini bilmek istiyordum.

mayHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin